15 Aralık 2012 Cumartesi

Abraham Lincoln

''Koyun, kendisini kurdun dişleri arasından kurtaran çobana, özgürlüğe kavuşturucu olarak teşekkür eder. Ama bu aynı eylemden dolayı kurt çobanı özgürlüğü ortadan kaldırmakla suçlar. Koyunla kurdun özgürlüğün tanımı üzerinde anlaşamadıkları açıktır. Ve aynı anlaşmazlık bugün insanlar arasında da sürmektedir.''

Abraham Lincoln

6 Aralık 2012 Perşembe

Ferhat Encü Avrupa Parlamentosu'nda

                  Uludere/Roboskî katliamında kardeşi ile birlikte 11 yakınını kaybeden ve o günden bu yana Roboskî'nin sözcüsü olan Ferhat Encu, Avrupa Parlamentosu'nda 'Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler' konferansında bir konuşması yaptı. katliama ilişkin bir konuşma yaptı. 5 Aralık'ta (dün) TSİ 14.00'da parlamento üyelerine seslenen Encu, katliam gecesinden bugüne kadarki süreci anlattı, 'Adalet gelmezse geleceğimiz karanlık olacaktır' dedi 
İşte o konuşma metni:
Değerli parlamento üyeleri, sevgili misafirler;

28 Aralık 2011 gecesi, Şırnak’ın (Şirnex) Uludere (Qileban) ilçesi Gülyazı (Bejuh) ve Ortasu (Roboskî) köylerinden Irak sınırına “Sınır Ticareti” için geçmiş ve dönmekte olan sivillerin Türkiye Silahlı Kuvvetlerine ait savaş uçakları tarafından bombardımana tutulması sonucu 34 canımız toprağa, can’larımızın evlerine ise ateş düştü! Ben bugün burada sizlere bu konuda bir sunum yapmak üzere bulunuyorum…

Sizlere önce Roboskî ve Bejuh’tan bahsetmek istiyorum;
Bugünkü Roboskî ve Bejuh, Şırnak’ın Uludere (Qileban) ilçesine bağlı köylerin 90’lı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin (TCD) güvenlik güçleri tarafından boşaltılıp insanların sürülmesi neticesine, köylerinden sürgün edilen insanların akrabalarının yanlarına yerleşmesi ile kuruldu.

Köylerimizin çevresindeki arazilere TCD tarafından mayınlar döşendi, geçimini sağlamak için araziye çıkanlardan bugüne kadar 5 kişi yaşamını yitirdi ve 20’den fazla kişi sakat kaldı… Ölen hayvan sayısı hakkında bir tahminde dahi bulunmak zor…

Köyümüzde bizim “sınır ticareti”, “kervan”, “hudut” dediğimiz, devlet ve onun gibi düşünenlerin ise “kaçakçılık” dediği işten başka, insanların geçimlerini sağlayabilecekleri bir imkân bulunmamaktadır.

Biz buna “kaçakçılık” demiyoruz; çünkü biz, irademiz dışında masa başında çizilmiş o sınırı hiç tanımadık, tanımayacağız. Dedelerimizden beri “kaçağa” gideriz. Zaten köyün yarısı bu tarafta, yarısı Irak’ta, akrabalar da öyle… Kimimizin kardeşi, kimimizin tarlası var öbür tarafta… Üstelik fiziki bir sınır da yok orada, sadece bir taş var, on beş no’lu sınır taşı...



Üç kıtaya yayılmış imparatorluğun bakiyesi olarak kalan üzerinde yaşadığımız “millî” topraklarda, imparatorluğun habitatından taşacak toplumsal travmalar yaşanmış, yaşanıyor. Ermeni Kırımı’ndan Dersim Tertelesi’ne, 6-7 Eylül yağmalarından askeri darbelere, Çorum ve Maraş katliamlarından Madımak’a, 28 Şubat’tan Zanqirt (Bilge) Köyü ve Roboskî katliamlarına uzanan, uzun ve geniş bir katliamlar tarihinin travması üzerinde yaşıyoruz. İşte tarihe “Roboskî Katliamı” olarak kaydedilen o elim hadise, bu travmalar zincirinin bir halkasıdır.



28 Aralık 2011 günü akşam saatlerinde, yine her zaman olduğu gibi orada bulunan yerel askerî birimlerin bilgisi dâhilinde ve onların gördüğü biçimde köylülerimiz “sınır ticareti” yapmak üzere gittiler. Katliamın gerçekleştiği günden yaklaşık bir ay önce gidiş-gelişler oldukça kolaylaştırılmış, on gün öncesinde yol üzerindeki askerî mevziler tamamen boşaltılmıştı… Zaten sınırın Irak tarafının dümdüz bir alan olması sebebiyle, bombalamanın yapıldığı yer -Murat Karayılan’ın açıklamasına göre 1991 yılından- bugüne kadar PKK tarafından hiç kullanılmamıştı…

Sınırın diğer tarafına sorunsuz bir şekilde giden köylülerimiz, dönüşte çok feci bir durumla karşılaştılar. Askerin alternatif üç yolu da tuttuğunu gören köylülerimiz “dur ihtarı” yapılmadan uyarı ve top ateşine tutuldular. O gece katliamda yaşamını yitirenlerden 13 yaşındaki Muhammed ENCU’nun babası Ubeydullah ENCU karakol komutanını aramış ve komutana çocuğunun da içinde bulunduğu bir grubun orada olduğunu söylemiştir. Komutan bundan haberdar olduğunu ve yapılanın “korkutmak maçlı” bir uyarı ateşi olduğu cevabını vermiştir. Oysa olay böyle gelişmemiş, çocuklarımız F-16 savaş uçakları tarafından bombardımana tutulmuşlardır.

Bombardımandan sonra olay yerine gitmekte olan köylüler -gelen emir üzerine- dönen askerlerle karşılaştıklarını, köylüler olay yerine vardıklarında bazı cesetlerin hala yanmakta olduğunu ve yaralı sayısının 13 olduğunu ifade etmektedirler. Katliamın yaşandığı andan beri bütün yetkililere haber vermelerine rağmen katliam yerine hiçbir yetkili gelmemiş köylüler kendi çabaları ile yaralıları sırtlarına alarak taşımışlardır. Bombalama bitiminde cenazeler ve yaralıların taşındığı esnada Şırnak sağlık ekipleri olay yerine gitmek isterken askerler tarafından engellenmişlerdir. Parçalanmış bedenleri kendi ellerimizle katliamdan sağ kurtulan katırların semerleri içine koyarak köye getirmeye çalıştık. Yaralıların çoğunun kan kaybından ve/veya donarak öldüğü katliam yerine giden bütün köylülerce bilinmektedir. Bombalamada ölen 34 kişiden 17si 18 yaşından küçük çocuklardı. Bunun nasıl bir travmaya sebep olduğunu köye bir kere gelen herkes açıkça görebilir. Köylüler o günden sonra psikolojik olarak bunalıma girdiler. Bu bunalım hali yaklaşık bir yıldır devam etmektedir.



Türk Medyası haber değeri tartışmasız olan bu acı olayı 12 saatten fazla süren bir zaman görmedi! Bunu haber olarak aktarmak isteyenler de reji odasından yapılan müdahalelerle engellendi! Resmî açıklamalar gelmeye başladığında haber ajansları öfemizm (euphemism) yoluna başvurarak bu katliamı “Irak Sınırındaki Olay” şeklinde naif bir başlıkla aktardı… Sonraki günlerde yapılan tartışmalar; “ölenler kaçakçı mı, terörist mi?” “olay kaza mı, ihmal mi, tuzak mı?” başlıklarından öteye geçmedi.

Türkiye toplumunun batı yakası böyle bir katliam hiç yaşanmamış gibi üç gün sonra sabaha kadar süren yılbaşı kutlamaları tertip ederken bizler; gözümüzün önünden gitmeyen evlatlarımızın, kardeşlerimizin parçalanmış cesetleri karşısında uykusuz, kahır dolu bir geceyi yaşadık…

TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bu katliamdan sonra “gösterdikleri hassasiyet nedeniyle” Genelkurmay Başkanı ve askerî komuta kademesine teşekkür ederek devletin bundan sonra takınacağı tavrın ilk işaretini verdi…

Katliamın yapıldığı gece ambulansları geri çeviren ve katliam yerine helikopter göndermeyen yetkililer (köylülerin ifadesine göre) bir gün sonra katliam yerine helikopterle bir ekip göndermiş ve bu ekip katliamdan geriye kalan her şeyi (insan ve katır cesetlerinden parçalar, bidonlar vs.) bir alana toplayıp ateşe vermiş, yani delilleri karartmıştır… Katliamdan hemen sonra "hata olmuştur, kimseyi tutuklamayacağım" diyen Savcı, “olay yeri incelemesini” helikopterle havadan yapmış ve tutanaklara “hiçbir şey göremediklerini” kaydını düşmüştür.

Öylesine özensiz davranılmıştır ki, bombalamada ölenlerin isimleri ve sayıları otopsi raporlarına, dolayısıyla bilgi kaynaklarını oradan alan İnsan Hakları Örgütlerinin raporlarına yanlış girmiştir. Olaydan hemen sonra köye gelen MAZLUMDER, İnsan Hakları Derneği (İHD), Diyarbakır Barosu, Kamu Emekçileri Sendikaları konfederasyonu (KESK), Kardeşlik İçin Adalet Platformu (KİAP) gibi kuruluşlar raporlama çalışmaları yapmış ve bu olayın “katliam” olduğu noktasında kanaat belirtmişlerdir.



O gece devlet bomba olup gökten üzerimize yağdı. Çocuklarımız, akrabalarımız neye uğradıklarını şaşırdılar. Ölüm kustuğu yetmiyormuş gibi bizi kendi ölülerimizle baş başa bırakan devlet, katliamda sonra tehditlerle, ölülerimizi toplu şekilde gömmemize bile engel olmaya çalıştı!

Kürdistan’da yas uzun sürer, hele bu kadar insanın birden öldürüldüğü bir yas daha da uzun sürer. Yine bizde adettir, ölüme ihmal yahut kasıtla sebebiyet vermiş olan, ilk günlerde ölenlerin yakınlarına görünmez. Çünkü ölenlerin yakınları öfkelidirler ve o öfkenin her an patlaması muhtemeldir. Fakat çocuklarımızın ölümüne sebep olan ve yaklaşık bir asırdır bize idare eden devlet bu en genel âdetimizi dahi bilmiyormuşçasına, köyün önde gelenlerinin bütün uyarılarına rağmen yasımızın ikinci günü kaymakamı taziyeye gönderdi. Yakınlarının böyle feci bir şekilde katledilmiş olmasının öfkesi ile kötün gençleri doğal olarak kaymakama tepkide bulundular. Bizim de tasvip etmediğimiz hadiseler cereyan etti, kaymakam darp edildi, istenmeyen görüntüler oluştu.

Bu hadiseden sonra bombardımanda yaşamını yitiren köylülerin akrabalarından insanlar gözaltına alındılar, tutuklanıp tahliye dilenler oldu. Köydeki insanların birçoğu hakkında yakalama kararı çıkarıldı, kimse köyden dışarı çıkamadı, hastalarımızı ilçeye götüremedik, köyümüz adeta açık cezaevine dönüştürüldü. İnsanların gözaltına alınmaları korkusu hala devam ediyor… Gözaltına alınanlar “kasten adam öldürmeye teşebbüs” suçundan yargılanmaktadırlar. Ben o gün kaymakama karşı bir şiddet girişiminde bulunmadığım halde, sorumlular cezalandırılıp adalet yerini bulsun diye bu katliamı sürekli gündemde tuttuğum için aynı suçlama ile tam 6 kez gözaltına alındım. Bunlar yetmezmiş gibi Şırnak İl Jandarma Alay Komutanı Osman Aslan tarafından kameralar önünde “Ferhat ben seni biliyorum, sen başkalarının güdümüyle hareket ediyorsun, senin de zamanın gelecek.” sözleriyle açıkça tehdit edildim. O komutanın bu sözleri sebebiyle teşekkür alıp almadığını bilemiyoruz, ama herhangi bir soruşturma geçirmediği kesin…



Katliamın yaşandığı ilk günden bu yana, biz hükümetten adalet talep ettikçe hakarete uğradık, üzerimizdeki baskılar arttı. Katliamda yakınlarını kaybedenlerden medyaya konuşanlar “haddinizi bilin, çenenizi kapayın, sağda solda konuşmayın” içerikli telefonlarla tehdit edildiler. Roboskî katliamı için dava açmaya giden köylülere katliam ile ilgili hiçbir şey sorulmazken; “neden toplu taziye veriyorsunuz?”, “neden tabutlara o bez parçalarını örttünüz?”, “neden BDP size sahip çıkıyor?” gibi refleksif sorular soruldu…

Daha yakınlarımızın toprağı kurumadan hükümet tarafından “rekor tazminat” ile ödüllendirildiğimiz haberleri yayıldı. Oysa biz o tazminatlara hiç dokunmadık…

İçişleri Bakanı yaşamını yitirenler için “dolap beygiri”, “terör örgütü figüranı” gibi ifadeler kullandı. Başbakan Erdoğan köylülerin mayına basmadıklarını söyleyerek ellerinde mayın haritaları olduğunu ima etti, hâlbuki bütün bir Türkiye’nin gözüne baka baka yalan söylüyordu. Çünkü bugüne kadar köyde mayına basarak yaşamını yitirmiş ve sakat kalmış birçok insan var; bu da başbakan için başka bir ayıp olsa gerek…

Katliamdan sonra işe başlamadıkları gerekçesiyle korucuları toplayan Alay komutanı Abdullah Paşa,"bu olayı devlet yaptı, diyelim ki ben yaptım, ne olacak? Siz devlete karşı ne yapabilirsiniz ki?" diyerek katliamı küçümsemiş ve devlet kibrinin başka bir örneğini sergilemiştir. Katliamdan sağ kurtulan Hasan Ürek, bir televizyon kanalında konuşmasının akabinde vali ve emniyet müdürü tarafından çağrılarak, kendisine iş sağlanıp, bundan sonra bu sürece müdahale edilmemesi istenmiştir.

Katliamdan sağ kurtulan Servet Encü, ailelere yapılan baskı ile birlikte, adalet umudunun zayıflaya zayıflaya tükenmesi neticesinde ailesi ile birlikte Türkiye’yi terk edip Irak Kürdistanı’na yerleşti. Bir vatandaşın devletinden ümidi keserek doğup büyüdüğü toprakları terk etmesi, devletin başında bulunanlar için büyük utanç olsa gerek, ama olmadı…

Devlet bütün bunlardan bir ders çıkarmadığı gibi benzer girişimlere devam etti. Katliamdan kısa bir zaman sonra Roboskî yaylasında hayvanlarını otlatan köylülerin üzerine ateş açıldı. Kayalıklar arkasına sığınarak kurtulan köylülerin 4 keçisi yaralandı.



Bütün bu olumsuzluklara rağmen yılmadık ve adalet talebimizi her yerde dile getirmeye devam ettik. Sorumluların açığa çıkarılıp yargılanması talebini gittiğimiz her makama tekrar tekrar ilettik. Bu bağlamda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne iki kere ziyarete gittik ve her ikisinde de meclisteki partilerle görüştük. İktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile ilk görüşmemizde Grup Başkan Vekili Ayşenur Bahçekapılı tarafından, 27 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşen ikinci görüşmemizde ise bir başka Grup Başkan Vekili Mahir Ünal tarafından hakarete uğradık. Son görüşmemizde AKP’li Ünal’a hangi somut adımı attıklarını sorduğumda bana içlerinde benim de bulunduğum Roboskîli 40 öğrenciye burs verdiklerini açıkladı. Bizim kendilerinden böyle bir talebimiz olmadığı gibi, bize bağlanan burstan da haberimiz yok. Tazminatı kabul etmeyip el sürmeyen aileler olarak 100 TL bursa minnet edeceğimizi düşünmeleri bize ilginç geldi doğrusu…



Türkiye’de iktidar partisi AKP’nin Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu tarafından çöpe atılmasıyla meşhur son AB ilerleme raporunda Roboskî katliamından söz edilirken; katliama ilişkin “siyasi sorumluluk konusunda tartışma olmadığı…”, “Uludere’de sivillerin hayatını kaybetmesi gibi olaylarda, etkili, hızlı ve şeffaf bir soruşturma yürütülmesi yönünde yetkililere yapılan çağrıların yanıtsız kaldığı…”, “Kürt meselesine ilişkin olarak Hükümetin yeni strateji söyleminin, siyasi çözüme yönelik ilerlemeye dönüşmediği…” eleştirilmektedir. Raporda eleştirilen bir başka nokta da “yetkililerin, birçok STK’nın [34 sivil vatandaşın öldürüldüğü] olayın gerçekleştiği yere gitmesini engellemesi…” konusudur. Bu eleştirilerin hepsi yerindedir. Katliam yerine gitmek isteyen kimse bırakılmamış, hatta bir kitap çalışması için sınıra giden bir şair ve ona mihmandarlık eden Roboskîli dört genç, 1000er TL para cezasına çarptırılmışlardır.



"Ankara'nın dehlizlerinde kaybolmayacağı" sözü verilen katliamın soruşturması, aradan geçen zamanın bir yıla yaklaştığı şu günlerde henüz arpa boyu ilerlemiş değil…

Türkiye siyasetini yakından takip edenler bilirler; bir mesele unutturulmak isteniyorsa (hiçbir sorumlu açığa alınmadan) ya komisyona yahut yargıya intikal ettirilir, mesele zamana yayılır ve zamanla unutulur. Bu durum Roboskî katliamı için de böyle oldu. Bir alt komisyon kuruldu ve mesele ötelendikçe ötelendi; Genelkurmay’dan gelen “bilgi paylaşamayız” haberini savcılıktan gelen dosyalar takip etti. Ama devlet bürokrasisini resmeden bu süreçte hiçbir sorunun cevabı yoktu, belli olan failler bir türlü ortaya çıkarılamadı…

Alt komisyon yakın bir zamanda raporunu açıklayacağını deklare etti. Ama ilk günden beri sorduğumuz şu dört sorunun cevabının raporda yer almayacağını da peşinen söyledi. O sorular şunlardır: 1.Heron görüntülerini hangi birim ve kimler izledi, değerlendirdi? 2.Hedef tayinini hangi birim ve kim(ler) yaptı? 3.Oradaki insanların PKK militanları olduğuna kim hükmetti? 4.Vur emrini kim verdi?

Bizler ilk günden beri bu sorulara cevap verilmesini, katliamın sorumlularının açığa çıkarılıp yargılanmasını talep ettik, ediyoruz. Devletin bizlere ödemeyi vaad ettiği tazminatı da adalet yerini bulmadan almayacağımızı açıkladık.

Roboskî katliamı sınırın Irak tarafında gerçekleşmesinden dolayı bir “sınır ötesi operasyon”dur ve bunun en tepedeki sorumlusunun siyasi irade olduğunu düşünüyoruz.

Sonuç olarak; sizden köyümüze bir heyet göndererek katliama ve katliamdan sonrasındaki sürece ilişkin bir gözlem raporu hazırlamanızı ve Roboskî Katliamı’nın "insanlık suçu" olarak tanımlanıp adalet sağlanıncaya kadar bu sürece müdahil olmanızı talep ediyoruz…

Başta ifade ettiğim gibi Roboskî Katliamı, Türkiye toplumunun maruz kaldığı toplumsal travmalar tarihinin bir halkasıdır. Adaletin yerini bulması ailelerin yüreğine bir nebze de olsa su serpeceği gibi, bu travmaların son bulması adına da ümit olacaktır.

Roboskî’de adalet inşa edilmezse geleceğin karanlık olacağını bilmenizi isterim…

Saygılarımla…

Roboskîli aileler adına Ferhat Encu"(Hürbakış)

2 Aralık 2012 Pazar

Kürt siyasetinde kavram sevdası! Özgür AMED

Kürt siyasetinde kavram sevdası! Özgür AMED Güncellenme : 02.12.2012 05:06 Demokrasi platformu ve diğer sivil kuruluşların olduğu bir toplantıdayız. Bir proje anlatılıyor. Üzerinize afiyet projeyi de ben anlatıyorum. Neyse bazı bilgi ve detayları verdikten sonra oturdum. Katılımcı arkadaşlar söz alarak görüşlerini ifade etmeye başladı... Değerli bir abimiz kalktı ve hepimizi selamlayarak söze girdi: “Öncelikle çok önemli bir proje olduğunu belirtmek isterim. Gerçekten kentimizin bu önemli projeye ihtiyacı var. Bize düşen görev ne ise yapmalıyız... Kişisel fikrim şudur: Gerekirse belediye önünde ya da başka bir yerde bu proje dekorasyon edilmeli. Daha sonra da elbette el birliği ile biz bunu halka dekore etmeliyiz...” Whaatt? Ben o ara kalem elimde, önümdeki kâğıda gömülmüşüm. Bu önemli bir an elbet! Dünyada balta girmemiş Amazon ormanlarına düşen yıllık yağış miktarının 9 katı kadar toplantı yapan Kürtler, şüphesiz masa, müsvedde kağıtları ve sandalyelere en çok eziyet çektiren halk olarak da tarihteki yerini çoktan almış durumda. İşte bu toplantılarda ki kâğıtlara çizilen alakasız, garip şekiller, sözler, ağıtlar ve yakarışları toplasan buradan başbakanlığa yol olur! Hatta heval Dostoyevskî’nin 3 ciltlik “Suç ve Ceza”sını sollar, Kerem Soylu’nun Mesail-i Mühimme-i Kürdistan kitabını da rahatlıkla döver. Heh işte! Ben de o ara bir şekil çiziyorum. Yasaklı ülkemin üzerine düşen dolunay ışıklarının yarattığı ahengi yakalayan titremsi hüznün, bir keman ezgisi ile yüreğimde serhildanlara, newrozlara dönüşen anını resmediyorum desem de siz inanmayın... İtiraf ediyorum, yeminle saçma sapan kareler çiziyordum. Tabi bir yandan da dinliyorum abÍmizi. Ve  “....el birliği ile biz bunu halka dekore etmeliyiz...” kısmı ile başımı kaldırdım! Halka neyi dekor edeceğiz? Konumuz ile alakası ne diye? Allah’ım ben neyi kaçırdım? Soruları kafamda kaçışırken, Belediye Başkanı ile göz göze geldim. Baktım yüzünü aşağı indirmiş. Gülmek istiyor ama gülemiyor... Sonra çaktım ki bizimki “deklare” kelimesinden bahsediyor. Yani projenin halka deklare edilmesi gerektiğini söylüyor, bu afili kelimeyi kullanarak etkili bir söylev vermiş olacağını düşünmenin heyecanı ile alt üst ediyor her şeyi... Xalê Sılheddîn ve permatiği! Sevda yarasına sator bağlamış bir Amed kekosu sürrealist bir deyim ile “Sene bin dokuz yuz otız. Saç saqal topız. Tabê sız daha yoqtız” der. Yanış anlamayîn, biz bin dokuz otızlara gitmeyeceğiz. Var olduğumuz bir zamana demir atacağız. Kameramızı saç sakalın kenarına sabitleyerek bıyığın özerkleşen ve hüzünlere sarı çiçek eylemiş yalnızlığını da anlatmayacağız... Şöyle 3-4 abê görürsek yanlarına otursak kâfidir. Tabi bunların Kürt siyaseti ile uğraşması da temennimizdir... Çünkü derdimiz ve anlatacağımız mesele budur! Siyaset ile damarlarında dolaşan kanın sıcaklığı kıvamında uğraşan bir akrabam var. Adı Xalê Sılheddîn. Okuma yazması yok, yaşı 70’lere dayanmış durumda. İnanılmaz radikal biri. Stêrk ya da Nuçe Tv’de akşam haberleri başlayınca gözyaşlarını tutamıyor. Böyle de duygusal bir bağı var yani. Elbet bu kadar ile de yetinmiyor. Kendisi Gılgameş’ten sonra çeşitli özelliklere sahip tek birey. Çünkü “ağzımla duydum” diyor. Korkuyorum sormaya bu iş nasıl oluyor diye. Öyle zevkle dinliyoruz onu. Genelde bize gelir. Her eylem sonrası genel bir siyasi değerlendirme için illa ki uğrar! Cebindeki kesme şekeri ve sıkılmaktan imanî gevremiş limonu çıkartıp bırakır. Bir gün yine geldi. O ara evde de iki üç şahıs daha var. Öyle güncel meselelerden bahsediliyor. Arada da köy möy ve akraba dedikoduları! TV açık, çaylar dolu. Xalê Sılheddîn dayanamadı ve söze girdi... “... Bugın de gordız, ev kurê keran eynî wehştırlar. Kürdlerden nefret edîler. Allahwekîl Allahwekîl! Ben büle bêujdanî gormedım. Bu Erdoxan war ya! Çok permatik... Varsa yoxsa biz dıyor. Bu permatik halleri elbet çok yanış!” Permatik? Neyi kaçırdım ben yine? Bir telaş aldı beni. Metafor mu kurdu acep diye düşündüm. Hani permatiğin keskinliği ve Erdoğan’ın keskin, uç politikaları arasında bir bağdan mı bahsediyor diye düşünürken... Tabi ya! Jeton düştü! Xalê Sılheddîn, Kürt politikasının şaşmaz kelimelerinden biri olan “Pragmatik” kelimesini kullanıyordu. Kelime zor geldiğinden ancak bakkaldan aldığı permatiğe evirebilmişti... Xalê Sılheddîn de konuşurken anlattığı şeyi etkili kılmak istiyor sürekli. Kendisinin daha pek çok facia kelimesi var. İçeriği +60 olduğu için yazamıyorum... Akademik Cengo ve quzzulqurtumsu maceraları! Bizim bi Cengiz var. Hangi rüyasında Gurê Manco ona musallat olduysa adamın dili resmen evrim geçirdi. Çünkü söylediği hiçbir şeyi anlamıyoruz. Kafaya taktığı Ewropa felsefesine dair kitaplara da bulaşınca iyice çekilmez biri oldu. “Rojbaş” diyoruz, O “sabahın kognitif kelimeleşen tılsım kümesinin desomatidaksiyonu ile...” diye devam ediyor. Biz “Kürt sorunu ne olacak böyle?” demeden o sözü alıp “Kürtler, Sanrısal sinerjinin pörtleyen retorik sektirme eğilimlerini, anti-zincirel reaksiyonda ...” Tamam Cengo! Quzzulqurt Cengo! Allah belamızı versin ki bişi dedik haaa!!! Siz değerli Roma halkına demem o ki, Kürt siyasetinde ifade etme şekillerinin birden çok ekolü var. Pek çoğunun kendine has bir aurası var. Ve bu auraların doğal icra edicileri çok değişken! Sanırım en çekilmezi Cengo stilidir. Hema diyîsen al qafasîni sok Hegel’in mezarına oradan çıkar yolla Niçe’ye... O değil de, sahiden ne permatikçi bir başkanımız var! Fakat her permatiğin bir iki traştan sonra köreldiğini unutan bir başbakan... Bir İtalyan Kürt kökenli atasözünün de dediği gibi “Permatikçi olacağıma, oturup kendimi halka dekor eder insan gibi yaşarım”... (Not: Hâlâ tutuklu bulunduğu Tekirdağ F Tipi’nden bana “hesaplar benden, elın çek!” diyerek mesaj yollayan Berat Birtek’e adanmış bir yazı. Zindanlardaki tüm arkadaşlara kucak dolusu selamlar, sevgiler.)

30 Kasım 2012 Cuma

Batı Kürdistan'dan yeni izlenimler, Amed Dicle yerinde Serekaniye'yi gördü, yazdı

Serêkaniyê...- Amed Dicle

Amed Dicle
11:10 / 30 Kasım 2012
Amûde’den Serêkaniyê’ye doğru gittiğinizde, yolun sağ tarafında demiryolu, sınır telleri ve yüz metrede bir Türk askerlerine ait mevziler...

Bin kilometre uzunluğunda olan bu hat, bir sınır hattından çok öte, 90 yıllık bir yaradır. Acısı hiç bir zaman dinmemiş ve her daim kanamış bir yara.

Serêkaniyê’de bir akşamüstü misafir bulunduğumuz evin balkonunda, Ceylanpınar tarafını izliyoruz. 'Resmi sınır'ların öte yanında, sokaktaki insanlar görülüyor. Bu kadar yakın ve bu kadar imkansız bir şey yok. Bir halk için bundan daha öte bir acı da.

Ev sahibimizin hikayesi de bu acıyla örülü binlercesinden sadece bir tanesi ve onlara göre ne kadar da ‘olağan’.

Sınır hattı çizildiği sırada kardeşlerin bir kaçı demiryolunun bu tarafında, bir kaçı öteki tarafında kalıyor.

Ancak demiryolu ‘iki ayrı’ ülkenin sınırı olunca, ev sahibimizin dedesi Serêkaniyê tarafında kalıyor ve bir daha sınırın öte yanında kalan kardeslerini, cocuklarini, torunlarını göremiyor.

Onun çocukları, aynı sokağın farklı devletlerinde yaşıyor. Tıpkı başka kardeşler, başka akrabalar, başka dostlar ve arkadaşlar gibi.

Tıpkı Qamişlo, Kobanê ve hat boyunca sıralanan diğer Kürt kentleri gibi.

Zorla çizilen bu hat, her iki tarafında yaşayan Kürtlerin canını acıttı ama onları rehin alamadı. 90 yıl geçmesine rağmen, sınır; sadece demir bir yol ve dikenli tellerden ibaret bir nesne olarak orada duruyor.

Ve Serêkaniyê’nin tam da ortasından geçiyor.

40 bin nüfusluk bu şehirde yoğunlukta Kürtler olmak üzere, Araplar ve Asuriler de yaşıyor. Asuriler öteden beri orada yerleşik. Araplar ise 1960-70’lerde Baas rejimi tarafından sistematik olarak bölgeye yerleştirilmiş.

Suriye Devrimi başladığında Asuriler nötr bir tutum belirlediler. Arap aşiretler ise kendi aralarında çelişki yaşıyorlar. Kürtlerle çok iyi olanlar da olduğu gibi, Türkiye devletiyle çalışan aşiretler de var. Yanı sıra; tarafsız durumunda kalanlar da yoğunlukta. Yani kolektif bir Arap gücü yok bölgede.

Suriye ve Batı Kürdistan’daki politikaları boşa düşen Türk devleti, şimdi de bölgede istikrarsızlık yaratmak için bu kültürel ve coğrafik özelliklerinden dolayı Serêkaniyê’yi bir savaş meydanına çevirme hesapları peşinde dolaşıyor.

Serêkaniyê Batı Kürdistan'ın en stratejik kenti değil ama Batı Kürdistan'a girmenin en stratejik kapısıdır.

Zira şehir Cizîr bölgesinin son durağıdır. Dêrik'ten başlayan Cizîr bölgesi burada bitiyor. Buradan Kobane bölgesine gitmek için Tel Abyad bölgesinden geçmek gerek ki bu bölge, vakti zamanında 'Kürtlerden arındırılmış' ve şimdi ÖSO güçlerinin denetiminde.

Suriye’deki iç savaşın derinleşmesi ve savaşa taraf olmayan Kürtlerin kendi yönetimlerini oluşturmaları, oluşturulmuş yönetimlerin zaman içinde kurumlaşması bölgeye ilişkin tüm politikaları iflas eden Türk devletini yeni arayışlara sürükledi.

Bunun için; Kürtlerin birlik olmamasi, bölgede istikrarsızlığın pekişmesi ve Kürt-Arap çatışmasının meydana gelmesi için çeşitli senaryolar hazırlandı. Zira plana göre; rejim, diğer muhalif güçler ve kendi aralarında çatışmaya giren Kürtler güçten düşecek, kendi yönetimlerini oluşturamayarak zayıflayacaktı.

Serêkaniyê’den başlamak Türk devleti için mantıklı bir tercihti. Çünkü şehir Haseki bölgesine 50 km uzaklıkta ve orada da Türk devletine bağlı çeteci gruplar var.

Eğer Serêkaniyê grupların elinde geçseydi;

1- Kürtlerin denetimindeki Cizir bölgesi ve Kobane-Afrin bölgelerinin ilişkisi tamamen kesilecek ve akabinde her iki bölgeye de benzer operasyonlar yapılacaktı. Hatırlanacağı üzere aynı tarihlerde Suruç’ta, Kobane bölgesine saldırı düzenlemek için hazırlıklar yapılmıştı.

2- Serêkaniyê’nin, Türk devletinin desteklediği çeteci grupların eline geçmesiyle, Haseki bölgesindeki gruplar ve Kızıltepe bölgesinden sızma yapacak gruplarla Dirbêsiyê ve Amûde kentleri ablukaya alınacaktı. Geride sadece Qamişlo ve Derik kalıyordu.

3- Son aşamada ise Nusaybin üzerinden, gerekirse Qamişlo’ya Cizre, Silopi ve içeride hazırlanan gruplarla beraber Derik bölgesine benzer operasyonlar yapılacaktı.

Bu kolay kolay gerçekleşebilecek bir senaryo değil. Ancak bazı Kürtler ve ÖSO içindeki kimi grupların bu maceraya hazır olması, Suriye stratejisi çökmüş ve başka çaresi kalmamış Türk devletini bu plana sürükledi. 'Tutarsa iyi olur' hesabıyla milyonlarca dolar masraf yapılarak bu operasyon başlatıldı.

Plan tutarsa, Bir 'Kürt-Arap Savaşı' olur, sınırlar fiilen ortadan kalkar ve Türk devleti istediği zaman Batı Kürdistan'a müdahale eder, var olan istikrar kaosa dönerek, yeni Suriye’deki Kürt statüsü ölümcül darbe alırdı.

İkincisi ise; Qamişlo ve Derik arasındaki Rimeylan petrol bölgesi Kürtlerin elinden alınırdı ki; bilindiği gibi buradaki petrol yatakları Kerkük’ten daha zengindir.

Bu planın gereği olarak Türk devletinin Urfa ve Ceylanpınar’a getirip konaklattığı gruplar, 8 Kasım’da Serêkaniyê'ye girdiler. Oradaki bir kaç rejim grubuyla çatışarak Arapların yoğun olduğu mahallelere yerleştiler.

Kürtler bir çatışmanın olmaması için sorunun müzakere yoluyla çözülmesi için girişimlerde bulundu. Hatta kimi Kürtlerin, "YPG Serêkaniyê'yi koruyamadı" eleştirisine rağmen Kürt yöneticiler, planın Türkiye’den hazırlandığını bildiklerinden dolayı çatışmadan yana olmadılar.

Kentte barışçıl bir havanın oluşması için en çok çabalayan da, Kürt Halk Meclisi Başkanı Abid Xelil’di...

Kendisi Arap toplumu tarafından da sevilen bir isimdi. 18 Kasım’da Kürtlerin, Arapların ve Asurilerin katılacağı bir miting düzenlemek için çalışıyordu. Aynı gün Türkiye’nin gönderdiği gruplarla görüşmeden dönerken, yanındaki iki arkadaşıyla birlikte suikasta uğradı ve yaşamını yitirdi.

Abit Xelil, Türkiye’nin hazırladığı plana ters bir çalışma yürütüyordu. Planlanan Kürt-Arap çatışmasının aksine Kürt ve Arapların kaynaşması için yoğun çalışıyordu. Ayrıca Kürtlerin Özerk Yönetiminin kentteki başkanıydı. Yani hedefin tam ucundaydı ve nitekim hedef vuruldu.

Abid Xelil’in katledilmesinden hemen sonra çatışmalar başladı ve bütün takviyelere rağmen YPG güçleri Türkiye’nin gönderdiği çeteci grupları kentten çıkardı.

Kürtlerin bu direnişi Türkiye'nin hazırladığı planı boşa düşürdüğü gibi, çok önemli siyasal sonuçları da ortaya çıkardı.

Bir; Türkiye’nin beklediği Kürt Arap çatışması çıkmadı. Aksine şehirdeki Arap toplumunun ileri gelenleri Ateşkes için arabulucu oldu ve YPG güçlerine adeta "Siz karışmayın, biz bu grupları çıkarırız" dediler. YPG bu öneriyi kabul ederek kentteki kanaat önderlerine önemli bir inisiyatif alanı açtı ve kendi pozisyonuna da bir meşruiyet kazandırdı.

İki; Serêkaniyê direnişi, Batı Kürdistan’da kurulan savunma güçlerinin ilk savaş deneyimi oldu ve sanıldığı üzere gelişi güzel gruplarla değil, arkasında Türkiye gibi bir devletinin olduğu güçleri geri püskürterek hafife alınamayacak bir güç olduğunu gösterdi.

Üçüncüsü ve en önemlisi; Türkiye devletinin veya başka güçlerin, Kürtlere rağmen Kürt bölgesinde at koşturamayacağını gösterdi ve tüm parçalardaki Kürt siyasetinin elini güçlendirdi.

Bu siyasal kazanımların, 2008 Zap direnişi kadar önemli olduğu önümüzdeki zamanda anlaşılacaktır.

29 Kasım 2012 Perşembe

Anadilde savunmaya hukuk felsefesi açısından bir bakış

Anadilde savunmaya hukuk felsefesi açısından bir bakış Av. Feyzi Çelik Güncellenme : 29.11.2012 08:31 Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun (CMK) kapsamı başlıklı 1. maddesinde, “Bu kanun, ceza muhakemesinin nasıl yapılacağı kurallar ile bu sürece katılan kişilerin hak, yetki ve yükümlülüklerini düzenler.” Ceza muhakemesine katılan kişilerden kast edilen bu süreçte yer alan hakim, savcı, şüpheli, sanık, mağdur, tanık ve benzer kişilerdir. Kanunda geçen hak, yetki ve yükümlülüğün ne anlama geldiği, hangi durumda hak, hangi durumda yetki, hangi durumda yükümlülük olduğunun bilinmesi gereklidir. Muhakeme sürecinin en önemli kişisi olan şüpheli ve sanığın savunma hakkını anadilinde yapmak istemesi “hak mı, yetki mi yoksa yükümlülük mü?” sorusuna cevap vermek gerekiyor. Hak, hukukça korunan ve bundan yararlanılması hak sahibinin iradesine bağlı olan çıkarları, yetki, bir görevi, bir işi yasaların verdiği imkânlara göre, belli şartlarla yürütmeyi sağlayan hakkı, yükümlülük, yapılması zorunlu olanı ifade eder. Örneğin şüpheli ve sanığın yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmaması (susma) hakkı, sanık veya şüpheli açısından bir hak iken, bu hakkın sanık veya şüpheliye hatırlatılması muhakemede yer alan kolluk, savcı veya hakimin yükümlülüğüdür. Siyasi karar Bu temel kavramların tanımından hareketle kişinin anadilinde savunma yapması o kişinin kullandığı bir hakkı ifade eder. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun hiçbir maddesinde sanık, şüpheli veya mağdurun Türkçe konuşması konusunda hüküm yoktur. Buna rağmen mahkemeler özellikle KCK davalarında şüpheli veya sanıkların sanki Türkçe savunma yapmak zorunluluğu varmış gibi kararlar vererek o kişileri savunma hakkından da yoksun bırakmaktadırlar. Bu anlayış hak olarak tanınan bir hususun yükümlülük olarak adlandırılıp kişilerin elinden alınması sonucunu doğuruyor. Türkçe dışında bir dilin kullanıldığını gördüğü anda mahkeme o kişiye tercüman atama yükümlülüğü altına girmektedir. Mahkeme tercüman ataması yapmayarak yükümlü olduğu bir hususu yerine getirmemekle hukuka aykırı davranmaktadır. Kürtçe savunma hakkı konusunda yaşanan en büyük ihlal bu şekilde yaşanmaktadır. Böylece yasaların hak olarak tanıdığı hak mahkemeler aracılığıyla kullanılamaz duruma getirilmektedir. CMK’nun 202. maddesinde: “sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa”  ibaresine dikkat etmek gerekiyor. Maddede “Türkçe biliyorsa, Türkçe konuşacak” diye bir ibare olmuş olsaydı yükümlülükten söz edilebilirdi. “...Türkçe bilmiyorsa” ibaresi sanığa bu konuda hak tanımakta iken hakim veya mahkemeden beklenen bu durumda ona tercüman atamaktır. Yasanın gerekçesi de bu yorumu haklı kılmaktadır. Bu madde ile amaçlanan sanığa savunma hakkı kapsamında aydınlatma hakkına katkı sunmaktır. Konuya haklar penceresinden bakıldığında sanığın kendisini Türkçe olarak savunma hakkı da bulunmaktadır. Hakkın kullanımı kişinin takdirinde olduğundan dolayı “bir kimse hakkını kullanmaya zorlanamaz” ilkesi de ihlal ediliyor. Bu açıdan bakıldığında yanlışlığın mahkemelerin yasa hükmünü yanlış yorumlaması veya uygulanmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle yasada ana dilde savunma yasağı varmış gibi değişiklik yoluna gidilmesine gerek yoktur. Değişiklik adı altında ana dilde savunma hakkının kapsamını daha da daraltılması gündeme gelebilir bu da kalıcı rahatsızlıkları beraberinde getirebilir. Ancak yeni yapılacak yasayla ifade ve hak arama özgürlüğü kapsamında savunma hakkını kısıtlayacak uygulamalar konusunda mahkemelere takdir hakkı vermeyecek şekilde düzenleme yapılabilir. Yasaya konulacak “savunma hakkını ortadan kaldıracak kararlar verilemez” denilerek savunma hakkının mutlaklığı vurgulanmalıdır. Türkçe konuşmayan kişilerin savunma hakkını kullanmış sayılması şeklinde yorumlara izin verilmeyecek düzenleme yapılması şarttır. Ancak bize göre bu uygulama tamamen mahkemelerin keyfi davranmasından ileri gelmektedir. Yargılamanın tıkanması anlamına gelen bu uygulama karşısında HSYK’nın yetkisini kullanmayışı da dikkate alındığında mahkemelerin hukuka uygun olmayan bu uygulamaların siyasi destekle buna cesaret ettiği söylenebilir. Hukuk felsefesine aykırı CMK’nun 202. maddesinde “...atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin noktalar tercüme edilir.” Hükmü incelendiğinde bu dosyalarda yargılanan sanıklar iddianamenin tercümesini de istememektedirler. Onları istedikleri ana dillerinde savunmalarını yapabilmektir. Bazı hukukçular sanıkların ana dilinde savunma yapmalarının hakları olduğunu, ancak Türkçe bilmeleri nedeniyle ana dillerinde savunmada ısrar etmelerinin hakkın kötüye kullanılması olarak yorumlanmaktadır. Kişi anadilde savunma hakkını kullanırken bu hakkın kaynağı “hiç kimse kanaat ve düşüncesini açıklamaya zorlanamaz” ilkesinden almaktadır. Bu ilke Anayasa’da da yer alan mutlak bir ilkedir. Anayasaya göre bu ilke konusunda genel veya özel sınırlama mümkün değildir. Anayasa ile dahi getirilemeyen bir yasağı hukukun genel ilkesidir diyerek yasaklama yoluna gidilmesinin yolu alçılıyor. Ceza uygulamasında sanık aleyhine geniş yorum yasağı vardır. Dar yorum yapılması ilke haline getirilerek zayıf durumda bulunan sanık haklarının korunması amaçlanmıştır. Hakkın kötüye kullanılmaması, tarafların eşit olduğu özel hukuk ilişkilerinde anlam ifade eder. Bir tarafı kamu otoritesi olan ve tek taraflı irade ile bireyin özgürlüğünü kısıtlama imkanı bulan yargılama makamları karşısında bireyin hakkını kullanımını hakkın kötüye kullanılması olarak sayılması özgürlükçü hukuk anlayışıyla da bağdaşmaz. Bu yorum otoriter bir hukuk anlayışına yol açar. Nitekim zorunlu avukatlığa tabi olduğu halde avukatların hakkını kötüye kullandığı gerekçesiyle Balyoz Davasında avukatlar olmadan yargılamaya devam edilerek hüküm verilmiştir. Avukatsız yargılamayı kural haline getiren bu yorumun daha da vahim sonuçlara neden olabileceğini görmek gerekiyor. CMK’nun 202. maddesindeki düzenleme bir amaç için getirilmiştir. Buradaki amaç, hakimin önüne gelen kişinin kendisini savunacak ortam ve imkanı vermesidir. Uygulama bunun tam tersi olarak işliyor. Hukuk Felsefesinin gereklerine de aykırı davranılıyor. Hele hele mahkemelerin “sanıkların kendilerini Türkçe daha iyi ifade edecekleri” gerekçesi de yersizdir. Çünkü mahkeme, ana dilde savunma hakkını tanımayarak sanıkların kendilerini hiç ifade etmemesine neden olmaktadır. Türkçe konuşmak onlara dayatılmakta; dayatma sanıkların kendilerini hiçbir şekilde savunmamakla sonuçlanmaktadır. Hukuk, kişilerden önce kendisi güvenilir olmak zorundadır. Anayasa ve Avrupa İnsan Haklar Sözleşmesi kişilere bu güvenirliği verdiği için kişiler bu hakkını bu şekilde kullanmaktadırlar. Bu hakkın kullanımını imkansız hale getiren hukuk kurumları bu uygulamalarıyla hukuk devleti ilkesinin en önemli görünümlerinden biri olan hukuk güvenliğini de tehdit etmektedirler. Hukuk, adaleti esas alarak toplumsal barışa varılmasını amaçlar. Kişilere boyun eğdirerek barış gelmez. Mahkemeler, kişilere Türkçe savunmayı dayatarak ülkedeki barış ortamını da tehlikeye sokmaktadırlar. Mahkemelerin ana dil konusundaki bu olumsuz tavırlar, yargılanan kişiler arasında eşitliği de ortadan kaldırır. Mahkemede Türkçe konuşan kişiler, ana dilinde savunma yapmak isteyenlere göre daha avantajlı bir duruma gelebilir. Bu da eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelir. Ceza yargılamasının temeli savunma üzerine kurulmuştur. Savunma ise tartışmayı zorunlu kılar. Savunma hakkının engellenmesi tartışmayı da ortadan kaldırdığına göre ceza hukukunun amacı olan maddi gerçeğe ulaşmak da imkansız hale gelmektedir. Bu da adaletsizliğe neden olmakta, yaşananlar hukuk tarihine kara bir leke olarak geçmektedir. Kanunların yorumlanmasında ilk etapta esas alınan ve kanunun bir parçası sayılan CMK’nun 202. maddesinin gerekçesinde de tercüman tayin etmenin savunma hakkının pekiştirilmesi olarak vurgulanarak Türkçe dışında başka bir dille savunmanın bir hak olduğu ortaya çıkıyor, konuyu hukuk güvenliği, ifade özgürlüğü, hukuk güvenliği, toplumsal barış, eşitlik ve adalet ilkeleri doğrultusundaki yaklaşıldığında asıl ihlalin nereden geldiğini bilmek gerekiy

25 Kasım 2012 Pazar

PKK PROGRAMI

PKK PROGRAMI   A- Demokratik-Ekolojik-Cinsiyet Özgürlükçü Toplum Toplumsallık insan türünün var olma biçimidir. İnsan türünün hayvansı atalarından kopup insanlaşması ile toplumsallaşma düzeyi at başı gider. Toplumsal yaşam dışında yalnız birey yaşamı yoktur. Toplumsal değişim ve gelişmede de, evrensel sistemin dili olan diyalektik ikilemlerin sürekli zenginleşerek veya yoksunlaşarak akışı işler. Mutlak veya durağan bir toplumsal gerçeklik olmadığı gibi, toplum yaşamının düz bir çizgide zorunlu olarak sürekli ilerlediği görüşü de doğru değildir. Bu zorunluluk ilkesi kaderci anlayışın bir devamı niteliğindedir. Evrenin ve dolayısıyla toplumun genel işleyiş ilkesi olarak tez, antitez ve sentez üçlüsünü esas almak, süreçleri daha fazla açıklayıcı kılar. Evrendeki tüm oluşumlar ikili niteliktedir ve bu çelişkili yapıyla hareketi mümkün hale getirir. Ancak zıtlar birbirini yok etmez, tersine besler. Bu diyalektik kuralda olan, tez ve antitezin sentezde varlıklarını daha zengin bir oluşum içinde sürdürmesidir. Bu da sonraki bir gelişmenin bir önceki gelişmeyi de içerdiği anlamına gelir. Yani toplumsal biçimler yok olmazlar, sonraki gelişmeler içinde kendilerini değiştirerek yaşarlar. Toplumsal gelişme diyalektiğinde düz bir çizgi değil, niteliksel değişimleri mümkün kılan kaos aralıkları vardır. Kaostan nasıl bir toplumsal gelişmenin çıkacağını ise, ondan etkilenen güçlerin ideolojik, politik ve ahlaki duruşları ile mücadele tarz ve düzeyleri belirler. İnsan toplumunun gelişme yasaları doğal bilimlerdeki kadar katı değildir ve esneklik içerir. Bu esneklik özgürlüğü, özgürlük ise çeşitliliği doğurur. Yani doğa ve toplumun işleyişi kuantumiktir. Dolayısıyla insan toplumu kendi yasallığını sıkça ve zengin sistemler biçiminde oluşturabilir. İnsan toplumunun zaman bölünmesi, temel zihniyet biçimleri, kültürel ayrımlar, sınıf ölçüleri gibi hususlar esas alınarak farklı biçimlerde yapılabilir. Ancak tarihsel gelişmede belirleyici rolü üretim araç ve ilişkilerine vermek, zihniyet savaşımına, etnisite ve dinsel grupların mücadelesine gerekli ağırlığı vermemek, diyalektik yöntemin dogmatik yorumu olmaktadır. Üst toplumun yüceltilmesine dayanan idealizmi aşalım derken, çok dar sınıf ve ekonomik yapı çözümü ile kaba materyalizme düşülmüştür. İnsan varlığının başlangıç tezi olarak doğal toplumu değerlendirmek gerçekçidir. Sonrasının ona karşıtlık temelinde gelişen hiyerarşik devletçi toplumu ise, doğal toplumu sürekli bastırma ve geriletme konumu gereği antitez karakterindedir. Doğal toplum, insan yerleşiminin tüm alanlarında geçerli olan, başat olarak etkinliğini neolitik dönemin sonlarına (MÖ. 4000) kadar sürdüren bir toplumsal sistemdir. Bastırılmış olarak da günümüze kadar tüm toplumsal gözeneklerde varlığını sürdürmektedir. Doğal toplumla hiyerarşik devletçi toplumun diyalektik iç içeliği ve mücadelesi, son altı bin yılda insan toplumundaki değişim ve gelişmeleri ortaya çıkarmıştır. Doğal toplum, insanlığın ana kök hücresidir. Bütün toplumsal gelişme ve kurumlaşmalar ondan doğar. Doğal toplum değerleriyle hiyerarşik devletçi toplum, sürekli çelişki halindedir. Bu çelişkiden doğan mücadele, toplumsal tarihi ilerleten en önemli güçtür. Şimdiye kadar tanımlandığı gibi toplumun ilerletici motoru yalnız dar sınıf mücadelesi değildir, sınıf mücadelesi sadece tarihsel dinamiklerden biridir. Başat rol oynayan ise komünal toplumsal değerlerin direnmesidir; dağ, çöl ve orman kuytuluklarında direnen etnisite hareketleridir. Bizim için esas olan, sınıflı ve cinsiyetçi toplumsal gelişmede zıt kutbu yaşayanların tarihidir. Doğal toplumdan başlayıp, hiyerarşiye ve siyasal iktidara karşı duran etnisite, sınıf ve cinsiyet mahkûmlarının her türlü düşünce ve eylemidir. Teorik yaklaşımımızın özü, bu temelde bir tür sentezi ifade eden ve esas olarak devlet iktidarı dışında oluşan demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplumdur. Bu da doğayla sürdürülebilir diyalektik ilişkiyi kurmuş, kendi içinde tahakküme dayanmayan, ortak yanları doğrudan demokrasiyle belirleyen ahlaki bir sistemdir. Komünal yaşam, toplumun var oluş tarzıdır. Dolayısıyla toplumu yaşatıp yüceltenin hiyerarşi ve iktidar olduğu söylemi bir yalandan ibarettir. Komünal yaşamın özü ise en yoğunluklu olarak etnisitede, klan, kabile, aşiret ve halkta ifadesini bulur. Doğal komünal toplumun ilk biçimlenişi olan klan, kadın-ana etrafında oluşan bir topluluktur. Avcılık ve toplayıcılık temelinde doğada hazır bulunanla yaşanılır. Klan içinde ayrıcalıklı bir yaşam olmadığı gibi, klan dışında yaşam da düşünülemez. Klan imtiyazsız, sınıfsız, hiyerarşisi olmayan, sömürü tanımayan bir toplum biçimidir. Demek ki, insan türünün toplum olarak gelişimi uzun süre hâkimiyet ilişkilerine değil, dayanışma ilkesine dayanır. Doğayı bağrında büyüdüğü bir ana olarak hafızasına yerleştirir. Kendi arasında ve doğayla bütünlük esastır. Klan bilincinin sembolü totemdir. Toplumun bu ilk kutsaması din inancının da kaynağıdır. Böylelikle ilk toplumsal bilinç formu olan din gelişir. Din doğal toplumun teorisi, ahlak ise pratiğidir. Bu iki kurum doğal toplumu yönetmek için yeterlidir. Doğal toplumda olup biteni yaşam pratiği gereği en iyi bilen kadındır. Kadın bu toplum tarzının bilgesidir. Yaşamdaki rolü gereği erkek klan toplumunda siliktir. Klan içinde özel yaşam yoktur. Toplayıcılık ve avcılıkla elde edilenler tüm klan üyelerinindir. Çocuklar tüm klanındır. Ne erkek ne de kadın özelleşmemiştir. Eşitlik ve özgürlük doğal haliyle klan yaşam tarzında gizlidir. Toplumun komünal karakteri bu özelliklerden gelmektedir. Bu temelde klan formu, toplumun doğuşu, ilk hafızası, temel bilinç ve inanç kavramlarının gelişme zeminidir. M.Ö. 11.000 yıllarında Dicle-Fırat havzasının Zagros-Toros dağ silsilesiyle kesiştiği kıvrımlarda gelişmeye başlayan neolitik tarım ve köy devrimi, doğal komünal toplumun gelişiminde dev bir hamleye yol açar. Neolitik devrim, aynı zamanda insanlığın yaşadığı ilk büyük zihniyet devrimidir de. İnsanlığın uygarlığa geçiş yapabilmesi için gereken bütün teknik aygıtlar ve buluşlar neolitik aşamada oluşur. Tekerlek, dokuma, çift sürme aletleri, hayvanların evcilleştirilmesi, büyük köyler, belirginleşen diller ve etnik yapılar, kahramanlık destanları hep bu dönemin ürünleridir. Bunları yaratan kadın-ananın üretkenliğinin kutsanması olan tanrıça dini, aslında büyük bir zihniyet yücelmesidir. İnsanlık üretimde, sosyal ve kültürel yaşamda yüzlerce ilki ortaya çıkarır. Bu nedenle neolitik devrimin geliştiği bu alana tarihte Altın Hilal adı verilir. Binlerce yıl süren bu dev kültürel gelişmenin aşağı Dicle-Fırat ve Nil havzalarına yayılması ile Sümer ve Mısır uygarlıkları gelişir ve zincirleme uygarlıklar çağı başlar. Neolitik devrimin üretim ve düşüncede yol açtığı büyük gelişmeler toplumsal yaşamda yeni düzeyleri ortaya çıkarır. Gelişen etnisite hareketi, toplumsal örgütlenme olarak hiyerarşik yapıları gündeme getirir. Kadın-ana sisteminden dışlanan erkekler ve yaşlılarla anaerkil sistem arasında başlangıçta zayıf olan çelişki giderek gelişir. Avcılığın gelişmesi ve topluluğun dışa karşı savunulması askeri mahiyette olduğundan erkeğin gücünü öne çıkarır. Özellikle Şamanizm ile erkek karşı bir ev sistemi geliştirerek, erkek egemen ideolojiyi oluşturmaya yönelir. Böylece ana-kadın kültü karşısında farklı bir kültürün gelişmesi söz konusu olur. Sınıflı toplumdan önceki bu otorite ve hiyerarşi gelişimi, tarihin en önemli dönüm noktalarından birini teşkil eder. Bu, ataerkil otoritenin gelişmeye başlamasıdır. Oluşan hiyerarşik yapılanma başlangıçta fazla olumsuz bir rol oynamaz. Doğal toplumdaki yararlı hiyerarşide demokrasinin prototipini görmek mümkündür. Birikime ve mülkiyete dayanmayan, topluluğun ortak güvenliğini ve yönetimini sağlayan ana-kadın ve yaşlı tecrübeli erkek son derece gerekli ve yararlı öğelerdir. Topluluğun bu öğelere gönüllü saygısı yüksektir. Fakat bu durum istismar edilip, gönüllü bağlılık otoriteye, yararlılık ise çıkara dönüştürülünce, toplum üzerinde gereksiz olan zor aygıtı ortaya çıkar. Zor aygıtının kendini ortak güvenlik ve kolektif üretim yöntemleriyle gizlemesi, tüm sömürücü ve baskıcı sistemlerin özünü teşkil eder. Tarihte icat edilen en uğursuz oluşum budur. Bu öylesine bir icattır ki, daha sonra geliştirilecek tüm kölelik biçimlerini, korkutucu mitolojik ve dinsel formları, sistemli imha ve talanları, yakıp yok etmeleri beraberinde getirir. Bu durumun ileri bir toplumun doğuşunda ebelik olarak değerlendirilmesi, devlet-devrim ve demokrasi anlayışı ile örgüt-eylem pratiğini kökünden sakatlayan en temel hatalı bir yaklaşım olmuştur. Kutsalın yönetimi demek olan hiyerarşi, bilge yaşlının otorite kazanması ile başlar ve rahip-şef-bilge ittifakıyla sistem haline gelir. Hiyerarşi geliştikçe kadın-ana etrafındaki güç giderek dağılır. Ataerkil hiyerarşinin gelişimi, toplumsal tarihte ilk güçlü otoritenin kadın üzerinde kurulmasına yol açar. Benzer biçimde gençlik de ataerkil hiyerarşi tarafından bağımlılaştırılmaya çalışılır. Kadın, gençlik ve çocuklar üzerindeki otorite ve egemenlik ile doğanın

21 Kasım 2012 Çarşamba

Açlık grevleri neden başladı ve nasıl sona erdi / GunayAslan

Kürt tutsaklarının 12 Eylül’de anadilde eğitim ve savunma hakkıyla PKK lideri Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması amacıyla başlattıkları süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemi Öcalan’ın çağrısı üzerine 18 Kasım günü sona erdi.
Destansı bir direniş sergileyen tutsakların 68 gün süren eylemleri Kürdistan ve Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da geniş yankı yarattı. Onların talepleri etrafında ulusal ve uluslararası boyutta etkin bir dayanışma sağlandı.
Eylem can kaybı yaşanmadan sona erdi ama, bazı tutsakların sağlıkları da olumsuz etkilendi. Şimdi bunların tedavileri yapılıyor. Umarım sağlıklarına yeniden kavuşurlar.
Öte yandan açlık grevleri sona erdi ancak, tartışmalar devam ediyor.
Kimin ne kazandığı, ne kaybettiği sorularının yanıtları aranıyor. Bundan sonrasına ilişkin olarak çeşitli senaryolar  tartışılıyor.
Ancak bu soruları yanıtlamadan ve bundan sonrası için bir öngörüde bulunmadan önce eylemin neden başladığına bakmak gerekiyor.
Hatırlayacaksınız; AKP Hükümeti 12 Haziran 2011 günü yapılan genel seçimlerden yüzde 50 gibi ezici bir zaferle çıkmış, çıkar çıkmaz da Oslo Mutabakatını askıyı almış, onun yerine ‘güvenlik konseptini’ uygulamıştı.
Bu yüzden çatışmalar şiddetlenmişti. Ayrıca KCK operasyonları da gazetecileri ve avukatları topluca içeri alacak şekilde genişlemişti.
Yine Kazan Vadisi, Roboskî ve Bitlis gibi bölgelerde toplu katliamlar gerçekleşmişti.
Seçim zaferiyle başı dönen AKP Hükümeti Kürt hareketine karşı bütün cephelerde saldırıya geçmiş, ortalığı yangın yerine çevirmiş, Kürt halkına ağır bedel ödetmişti.
Ne var ki 2012 baharıyla birlikte bu kez PKK karşı saldırıya geçti. Yaz boyu da devam eden etkin gerilla eylemleri sonucunda hükümetin uyguladığı konseptin ‘askeri’ ayağını çökertti ve psikolojik üstünlüğü yeniden ele geçirdi.
AKP konseptinin askeri ayağının çökmesi demek, aslında PKK’nin yerine AKP’nin tasfiye olacağı demekti.
Durum bu kadar netti. Kaldı ki askeri sahada umduğunu bulamayan AKP ciddi sarsıntı geçiriyordu. Buna rağmen ama direniyor, legal sahayı baskılayarak ‘güvenlik konseptine’ devam etmek istiyordu.
İşte zindan direnişi bu yüzden devreye girdi.
Tutsakların eylemlerinin ve öne sürdükleri taleplerin asıl hedefi konseptin ‘siyaset’ ayağını çökermekti.
Eylem bu amaca yönelikti. Kürt sorununun kalıcı bir biçimde çözümü amacıyla Öcalan üzerinden müzakerelerin yeniden başlaması hedefine kitlenmişti.
Eylemin amacı 68 gün süren destansı bir direnişin ardından gerçekleşti.
AKP Hükümeti askıya aldığı görüşmelere yeniden başlamak zorunda kaldı. Görüşmelerden ilk somut sonuç da eylem sonlandırılarak alındı.
Elbette Başbakan Erdoğan sürecin bu noktaya geleceğinin; müzakere masasına yeniden dönüleceğinin farkındaydı.
Açlık grevlerine sert tepki göstermesinin sebebi buydu. Zira, onun amacı hiç değilse siyasi süreçte inisiyatifi elde tutmaktı.
Erdoğan süreci baştan sona kendisi yönetmeyi düşünüyordu. Masaya güçlenmiş, Kürt tarafını da zayıflatmış olarak oturmak istiyordu.
Fakat güvenlik konseptinin ‘askeri’ ayağı çökertildiği için bunu yapamıyordu. Aksine siyasal sahada da inisiyatif elden gidiyordu. Erdoğan’ın öfkesinin altında bu yatıyordu.
Başbakan eylemi kırmak için elinden geleni yaptı ama sonuç alamadı. Alamadığı için de yeniden İmralı’nın kapısını çaldı. Orada belli aralıklarla görüşmeler yapıldı.
Aldığım bilgilere göre bu görüşmelerden KCK ve BDP de haberdar edildi. Onlar da bir biçimde sürece dahil edildiler.
Öcalan daha önce ‘çözüm olmasa bana gelmeyin’ demişti. Kardeşiyle de görüşmek istememişti. Uzlaşma sağlanınca kardeşi adaya gitti. İmralı’dan yeni bir diyalog ve müzakere sürecinin başlayacağı işaretleri geliyor.
Dediğim gibi açlık grevinin asıl amacı tıkanan müzakere sürecinin önünü açmaktı. Bu amaca ulaşıldı.
Kanımca yeni bir süreç başlayacaktır. Bu sürecin de zorlanacağı ve ciddi çalkantıların yaşanacağı aşikardır.
Buna rağmen yapıcı ve kalıcı bir diyaloğun koşulları her zamankinden daha çok olgunlaşmıştır. Hem içerideki gelişmeler hem de bölgesel gelişmeler bunu kaçınılmaz kılmaktadır.
Kürt tarafının Türkiye’yle bölgesel bir çözüm istediği bilinmektedir.
Oslo’da sadece Türkiye’nin değil, bölgenin de Kürdistan sorunu bütün ayrıntılarıyla masaya yatırılmış, her şey ayrıntılı olarak tartışılmış ve orada bir uzlaşma zemini yaratılmıştır.
Bu zemin çözüm yolunda elde edilmiş çok ciddi kazanımdır. Açlık grevleriyle diyalog kanalları yeniden açıldığına göre gerisi tarafların müzakerelerde alacakları pozisyona kalmıştır.
Nesnel süreç siyasal çözümü dayatmıştır. Bundan kaçmak mümkün değildir. AKP bütün imkanlarını kullandı, halklarımızı bu yüzden yaraladı fakat, bir yıldan fazla da kaçamadı. Yeniden masaya dönmek zorunda kaldı.
Umarım bundan sonra kazanan ölüm değil, çözüm olacaktır…
21-11.12
\n
-->gunayaslan@hotmail.de -->-->                                                                                                               Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
*
Sürece ilişkin ayrıntılar yazacaktım ancak, gerek MHP ve gerekse de ulusalcı kanattan gelen tepkiler üzerine vazgeçtim…

21 Ağustos 2012 Salı

AKP neden BDP ve Kürtlere saldıyor?

Eger düşman size bütün gücüyle saldırıyorsa kazanmak üzeresinizdir.

   Bugün AKP bütün gücüyle BDP ve kürtlere saldırıyor.  Linc edmeye çalışıyor bunun tek sebebi BDP kürt ve türk halklarının yanında güvenilir bir parti olması ve akp yi deşifre edecek tek parti olmasıdır bir digeri ise kürtlerin ortadoguda elde etikleri kazanımlardır.

   AKP bu tutumuyla türkiyeyi hem bir iç savaşa hemde dış savaşa sür
ükliyecektir. Tabiki kaybeden yine mazlum halklar olacaktır. 

   Ölen gariban çocukları ve  savaşın ekonomik ceremesinide yine garibanlar sırtlanacaktır AKP ve cemat kendini hep saglam tutacaktır bu gercekle her kesim üzerine düşeni yapalıdır cesurca fikirlerini analatmalı kimse bu gerceklere duygusal veya etnik,dinsel acıdan bakmamalıdır.

   Medyayı anbargoya alan akp dogruları konuşan politakacı yazar ve aydınların halka dogruları anlatmasını engeliyor o halde biz halkız dogruları bulundugumuz her yerde anlatalım halkların bu gaflet uykusundan uyanması için her yolu kulanalım. 


   Selam ve saygılarımla

5 Ağustos 2012 Pazar

82 YILLIK SÜRPRİZ: SURİYE KÜRDLERİ (GÖKÇE AYTULU )

82 YILLIK SÜRPRİZ: SURİYE KÜRDLERİ

Bugünün sürprizi Suriye Kürtleri, 82 yıl önce kimseleri şaşırtmadan manşetlerde yer bulabiliyormuş.

Geçen hafta nur topu gibi bir bölgemiz oldu. Hem de resmi düzeyde. Adı: Kuzey Suriye.

Esad rejimine karşı halk ayaklanmasının fiili sonuçlarından biri olan Kürt bölgesi, devlet katında Kuzey Suriye adıyla vaftiz edilirken kimilerine göre bu sürpriz bir gelişmeydi.


[Görmüş olduğunuz gazete kupürü 7 Ağustos 1930 tarihli. Yani 82 yıl önce memleketin tam da bu günlerdeki gündemini anlatıyor. Başlık manidar: ‘Suriye Kürtleri de işe karıştılar’.


Haberde şöyle deniyor: “Suriye’de oturan Kürt sergerdelerinden (elebaşılarından) Haco, teşkil ettiği çetelerle hududumuzdan içeri girmiş ve akın ettikleri sahanın hükümetle alakasını kesmek için telefon ve telgraf hatlarını tahrip etmişlerdir.”


Ağrı isyanının en ateşli günlerinde kaleme alınan haberde Haco’nun ‘Türk basınında kendi hareketinin irticai bir faaliyet olarak gösterildiği fakat amaçlarının Kürt halkının özgürlüğü olduğu’ yönündeki beyanatına da yer veriliyor.


Demek ki bugünün sürprizi Suriye Kürtleri, 82 yıl önce kimseleri şaşırtmadan manşetlerde yer bulabiliyormuş.


Sınırların getirdiği


O günden bugüne değişmeyen sorunun temelini ulus devlet sistemine geçildikten sonra Irak, İran ve Türkiye sınırının çizdiği söylenebilir.

Bir tarafta kendi ulusunu yaratmaya çalışan üç devlete karşı diğer yanda aşiret sistemiyle kendini dört ayrı devletin içinde bulan Kürt halkı bulunuyordu.

Üstelik İran ve Türkiye’nin birbirine bakışı da John Nash’in Oyun Teorisi’ni aratmıyordu: İran, Türkmenler ve Sünni Kürtler açısından Türkiye’yi tehdit olarak görüyordu. Türkiye ise İran kökenli Kürtler açısından İran’ı tehdit olarak görüyordu. İki ülke arasındaki sınırların net olmaması da işin tuzu biberiydi.

1926’da bir Dostluk ve Güvenlik anlaşması imzaladılar. En önemli niyet 6. maddede açığa çıkıyordu: “Sınıra yakın kesimlerdeki aşiretlerin iki ülkenin güvenliğine yönelik eylemlerine karşı tüm önlemler alınacaktır.”


Aynı dönemde Suriye tarafında da önemli gelişmeler yaşanıyordu. Şeyh Sait ayaklanmasından kaçan Kürt seçkinlerinin Lübnan’da kurduğu Hoybun Cemiyeti, Suriyeli Kürtlerin bağımsızlığını talep etti.

Cemiyetin liderlerinden Yüzbaşı İhsan Nuri’nin önderliğindeki bir grup, Ağrı Dağı’ndaki kamplara katıldı. Ve 82 yıl önce manşetlere taşınan ‘Suriye Kürtlerinin işe karışmasıyla’ Ağrı isyanı başladı.

Bu isyanın sonuçları Suriye, Türkiye ve İran’ın bugünkü yapılanmasında büyük bir öneme sahip.



Küçük Ağrı’nın işgali


Türkiye isyanı bastırmak için 1926’daki anlaşmaya dayanarak İran sınırında bulunan Küçük Ağrı’yı çevirerek büyük bir askeri harekât başlattı. İran’a kaçamayan isyancılar yenildi. Türkiye ise sadece isyanı bastırmakla kalmadı, bu bölgeyi de topraklarına katarak sınırı değiştirmiş oldu.


Türkiye’ye karşı ayaklanan Suriyeli Kürt aşiret lideri Haco Ağa, 1938’de bu kez Fransız sömürgesine karşı bir hareket başlatsa da Kürtlere yönelik baskının artmasından başka sonuç alamadı. PKK’nın 1980’lerdeki etkisine kadar da Suriyeli Kürtlerin sesi gür çıkamadı.


Aras’ın Kerkük seferi


Ağrı isyanının diğer sonucu da Kürtlere karşı İran’la işbirliğinin ivme kazanmasıydı. Her ne kadar Türkiye isyan sırasında İran’a ait bir bölgeyi işgal etse de sınır sorunu çözüldükten sonra yeni bir işbirliğine gidilmişti.


Birkaç gün önce belki de Devlet Bahçeli’den rol çalıp milliyetçi oylara talip olmak için bir diplomatik krizi göze alıp Kerkük’ü ziyaret eden Ahmet Davutoğlu’ndan 75 yıl evvel Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras da Kerkük’e uğramıştı.

Fakat Aras’ın asıl amacı farklıydı.
Sadabat Paktı’nın imzalanması için yola çıkan Dışişleri Bakanı’nın bir sonraki durağı Tahran’dı. Irak, İran ve Türkiye arasında imzalanacak pakt, açıkça sınırları tehdit eden Kürt aşiretlerine yönelikti.

Kürtlere karşı işbirliğinin bu kadar açıktan yürütülmesini politik açıdan doğru bulmayan Aras, Afganistan’ın da pakta üye olmasını sağladı.

Böylece paktın Sovyetler’e yönelik bir tehdide karşı kurulduğu imajı verilerek yaklaşan büyük savaş öncesi Batı’nın desteğinin alınması planlanıyordu.


İkinci Dünya Savaşı, Sadabat Paktı’yla birlikte bütün dengeleri yıksa da Suriye Kürtleri açısından 82 yıl içinde çok şey değişmedi. Bugün kartlar yeniden dağılıyor. Bu ortamda Türkiye ‘sürpriz’ algılamasıyla fark yaratıyor.


Ülkenin ilk Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nü kuracak kadar bölgeye vâkıf olan Ahmet Davutoğlu’na akıl vermek haddimize değil. Fakat ne derler bilirsiniz. Diplomasi sevgili gibidir, aşkını canlı tutmak için küçük sürprizler yapabilir. Yeni sürprizlere açık olmakta fayda var.


Notlar:


• Sadabat Paktı’na ilişkin Baskın Oran’ın editörlüğünü yaptığı Türk Dış Politikası kitabının Atay Akdevelioğlu ve Ömer Kürkçüoğlu’nun kaleme aldığı bölümden yararlandım.

• Suriye Kürtlerinin dünden bugüne yaşadıkları hakkında İrfan Aktan’ın Express dergisinde yazdığı ‘Kürtler için hasat zamanı’ başlıklı yazısı tavsiye olunur.

• Suriye’de bugün olan biteni anlamak için sadece bir yazar okuma hakkınız varsa Fehim Taştekin’i tercih edin derim


GÖKÇE AYTULU

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Gizli Kalmış Kürt Tarihi

Nokta Dergisi'nde Kürt tarihinin gizli kalmış bir sayfası: "1960 - SİVAS KAMPI"
İSTANBUL (18.01.2007)-
27 Mayıs 1960 darbesinden dört gün sonra Kürt illerinde tutuklanan 485 kişi Sivas Kabakyazı'da bir kampta toplandı. Bu topluluğun içinde bölgenin tanınmış ailelerinin fertlerinin yanı sıra ağa ve şeyh sıfatı taşıyanlar da yer alıyordu.

47 yıl sonra ilk kez yayımlanan fotoğraflarla Sivas kampında yaşananlar Kürt sorununda gizli kalmış bir milat olarak Nokta Dergisi muhabiri Nevzat Çiçek tarafından derginin son sayısında gözler önüne serildi.


Eski TBMM başkanı Hüsamettin Cindoruk'un, "Ayrılıkçı Kürt ideolojisi" olarak tanımladığı ve bugüne kadar gizli kalan Sivas kampında yaşananlar aslında Kürt sorununun neden bu kadar çıkmaza sürüklendiğini de bir göstergesi. Nokta Dergisine göre işte Sivas Kampı'nın perde arkası:


“27 Mayıs ihtilalinin Doğu politikasında iki yanlışı vardır: Biri, doğu bölgelerinin siyasi liderlerini ve önde gelen kişilerini Sivas Kampı denilen kampta toplamasıdır. Kürtçülük ideolojisi orada bir okul gibi ortaya çıkmıştır. Siz devletine bağlı adamı da karşıt görüşlerdeki adamı da oraya götürdünüz ve karşıt görüşlerdeki kesim 'Devletine bağlı oldun da ne oldu? Bak yine bizimle beraber buradasın!' söylemini savundu. 27 Mayıs'ın ikinci hatasıysa doğu bölgelerinde tespit ettiği 55 ağayı batı bölgelerine sürgüne göndermek olmuştur. Çıkan tablo ne? Bir tarafta kanaat önderleri Sivas Kampı'nda, diğer tarafta 55 ağa batı bölgelerinde sürgünde. Soru şu; ortaya çıkan boşluğu kim dolduruyor? Ayrılıkçı Kürt ideolojisi!


“Bu siyasi Kürtçülük, boşluktan istifade edip yerin altından kaynamaya başlıyor ve seçimlerden sonra Devrimci Doğu Kültür Ocakları ile vücut buluyor. Tüm bunların nedeni, Sivas Kampı ve 55 ağanın sürgününden oluşan boşluktur. Toparlarsak 1950 ve 1960 arasındaki yumuşama dönemi Sivas Kampı ve ağaların sürgüne gönderilmesiyle tam tersi bir sürece dönmeye başlamıştır. Bundan sonra da devletin iki yakası Doğuda bir araya gelmemiştir.”


Yassıada duruşmalarında Demokrat Partili milletvekillerinin avukatlığını yapan TBMM'nin eski başkanlarından Hüsamettin Cindoruk'un yukarıdaki sözleriyle değerlendirdiği Sivas Kampı yakın tarihimizin aslında hemen hiç bilinmeyen bir sayfasını oluşturuyor.


27 Mayıs 1960 darbesinden dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da tutuklanan 485 kişi Sivas Kabakyazı'da bir kampta toplandı. Bu topluluğun içinde bölgenin tanınmış ailelerinin fertlerinin yanı sıra ağa ve şeyh sıfatı taşıyanlar da yer alıyordu. Yetkililer, kamp sakinlerinin suçlarını “Kürtçülük propagandası ve devlete isyan hazırlığı” olarak açıkladılar. Dokuz aylık kamp hayatından sonra 485 kişinin 55'i yurdun değişik bölgelerine sürgüne gönderildi. Böylece devlet, Kurtuluş Savaşı'na katkılarından dolayı madalya verdiği aileleri, 40 yıl sonra Sivas'ta kampa almakla ve ardından sürgünle ödüllendirmiş oluyordu.


‘9 AY YEMEK VERİLMEDİ’


“Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşmüştü. Bizlere düşense evlerimizden koparılıp sırf bizim için kurulan Sivas'taki kampa sürülmek oldu. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca bir güvenişle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, 'adalet tecelli eder.' Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Çünkü ihtilalin partizan bir zihniyetle yapılmadığı ilan edilmişti…”


Faik Bucak ve (sonraları adını hep “en yaşlı sıfatıyla TBMM'nin ilk oturumunu yöneten” cümlesi eşliğinde duyacağımız) Kinyas Kartal, kamp sonrası sürgün döneminde hazırladıkları broşürde içinde bulundukları ruh halini işte böyle anlatıyorlardı. Bir broşür yayımladıklarına göre, o günlerde durumlarını herkesin bilmesini istemiş olmalılar.


Ama sonra tuhaf bir şey oldu; o günden bugüne kampla ilgili hiçbir araştırma yapılmadı, sanki herkes elbirliği etmiş, konunun kapanmasını istiyordu. Olaydan etkilenenlerin ulaşabildiği akrabaları da aynı ketum davranışı sergilemişti.


Sivas Kabakyazı'daki kamp, boşaltılan bir kışladan devşirilmişti. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan buraya getirilen 485 kişiden en küçüğü on dört yaşındaydı. Getirilenlerin tümünün menkul ve gayrimenkul mallarına el konulmuştu. Sivas Kampı'nda kalanlar yemeklerini ceplerinden yiyor, günlerini satranç oynayarak ve sohbet ederek geçiriyordu. Çamaşırları maddi durumu iyi olmayan kamp sakinleri yıkıyordu. Tutuklulara dokuz ay boyunca yemek vermeyen devlet, Sivas Kampı'nı boşaltırken onlardan adam başı 400 lira yemek parası almayı da ihmal etmemişti.


Alev Alatlı, “Valla Kurda yedirdin Beni” kitabında bu tavrı şöyle eleştirmişti: “Osmanlı kadar bile olamadık! Osmanlı sürgüne gönderdiğinin ailesine maaş bağlar, çocuklarını işe koyardı.”


KÜRTLERE AF YOK!


27 Mayıs iktidarının Kürtlere karşı tavrı, 1960'da Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) çıkardığı af kanunuyla kendini ortaya koyuyordu aslında. Bu kanunla tüm siyasi tutsaklara af çıkarılırken, aralarında Canip Yıldırım, Naci Kutlay, Esat Cemiloğlu, Yaşar Kaya, Sait Elçi, Musa Anter, Muhsin Şavata, Fevzi Kartal gibi önde gelen Kürt aydınlarının bulunduğu "49'lar Davası" tutukluları affın kapsamı dışında tutulmuştu. Davada bu kişilerin suçları, “yabancı devletlerin müzahereti ile devletin birliğini bozmağa ve devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa matuf fiil işlemek” olarak belirtilmişti.


“49'lar Davası”nda alınan bu tutumun ardından gelen Sivas Kampı uygulaması, 27 Mayıs darbecilerinin Kürt politikasını açıkça ortaya koyuyordu. Kampa götürülenler arasında, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat'ın dedesi Zeynel Turan, önde gelen Alevi liderlerinden İzzetin Doğan'ın babası Hasan Doğan, eski DYP Milletvekili Sedat Bucak'ın babası Hakkı Bucak, Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) Genel Başkanı Sertaç Bucak'ın babası ve dönemin Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP) Başkanı Faik Bucak, Şeyh Said'in çocukları, Van'ın önde gelen ailelerinden Kartal Ailesi, Hakkâri'den Ertuş'lar, Diyarbakır'dan Ensarioğulları yer alıyordu.


Sivas Kampı'nda “bölücü isyan hazırlığı” iddiasıyla gün geçiren Zeynel Fırat'ın ailesi, Milli Mücadele dönemindeki faaliyetlerden dolayı Meclis tarafından altın madalyayla ödüllendirilmişti.


DP İÇİNDE GULiSTAN ÇALIŞMASI


Sivas kampı operasyonunun başladığı günlerde, 31 Mayıs 1960'ta Cumhuriyet gazetesinde Milli Birlik Komitesi kaynak gösterilerek yayımlanan bir haberde şu ifadeler yer alıyordu: "Milli Birlik Komitesi'nin yakında neşredeceği vesikalarda bir gulistan hükümeti tesisi için DP grubu içinde çalışanların varlığı ispat ediliyor. Sabık iktidar, Şeyh Said'in oğlunun Rus yapısı ciple Doğu'da propaganda yapmasına göz yummuştur." Oysa gözaltına alınanların birçoğu Demokrat Partili değildi. Örneğin 1966'da öldürülen T-KDP lideri Faik Bucak o zaman Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi üyesiydi. Bu durum, sorunun Demokrat Partililer sorunu olmadığını gösteriyordu.


Dönemin uluslararası konjonktürüne bakıldığında ise MBK'da çok farklı bir endişenin hâkim olduğunu söylemek mümkün. O dönemde Irak'ta Molla Mustafa Barzani önderliğinde yürütülen Kürt ulusal mücadelesi Türkiye'yi de etkiliyor; sınır bölgelerinde Hakkâri, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır gibi şehirlerde Barzani'ye fiili destek veriliyordu. Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir habere göre bir MBK yetkilisi bu konu kendisine sorulduğunda şu cevabı vermişti: "Türkiye'nin yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye de benimsetilecektir."


Sivas Kampı mağdurlarından Şeyh Said'in torunu Fuat Fırat, 3. Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala'nın tutuklamalara ihtilali yapanlara yaranmak için giriştiği kanaatinde… Fırat, bütün mallarına el konulduğunu, üç öküzlerinin Hınıs Meydanı'nda satılığa çıkarıldığını ama kimsenin bunları almaya yanaşmadığını, sadece bir tanesinin yüksek rütbeli bir asker tarafından satın alındığını belirterek “Tek saklayabildiklerimiz yarış atlarımızdı” diyor.


27 MAYIS’IN PERDE ARKASI


7 Ekim 1960'ta çıkartılan 105 No'lu Mecburi İskân Kanunu'nun etkisi iki ay sonra kampa da ulaştı. Aralık 1960'ta kamptaki 485 kişiden 55'i Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli'ye mecburi iskâna gönderildiler. Bazılarının mahkemeleri sekiz ayrı şehirde görüldü. Kanunun gerekçesinde şu ifade yer alıyordu: "Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye'de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek... Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır."


Bu ifadeye bakılacak olursa, Sivas'taki toplama kampı ve ardından gelen mecburi iskânla, 27 Mayıs iktidarı köylüleri baskı altından kurtarmak gibi "halkçı" bir işe girişmiş oluyordu. Basında da bu gerekçe çoğunlukla hararetle onaylanıyordu. İsmail Beşikçi “Doğu Anadolu'nun Düzeni” kitabında, basında çıkan DP içindeki Kürt ayrılıkçısı milletvekillerinin faaliyetlerinden söz eden haberlere dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Bu haberlerle bir gün sonra 485 doğulunun Sivas Kampı'na alınmaları olayı arasında sıkı bir ilişki vardır. Zaten 27 Mayıs'tan sonra bazı Milli Birlik Komitesi üyelerinin '27 Mayıs'ı gerçekleştirmeseydik vatanımız parçalanacaktı. İşte bunun için 27 Mayıs gerekli idi' sözleri rast gele söylenmiş sözler değildir.”


Sivas Kampı'nın ve sonraki mecburi iskânın görünürdeki gerekçesi “ağalık, şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek” olsa da, kamptan sonra sürgüne gönderilen elli beş kişinin sadece altı tanesi toprak ağasıydı. Geri kalanlar ise geçimlerini temin etmek için farklı işlerde çalışan kişilerden oluşuyordu. Resmi gerekçeler ne olursa olsun “Sivas Kampı”nın Türkiye'nin yakın tarihi ve Kürtler için anlamını ünlü edebiyatçımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu başka söze lüzum bırakmayacak biçimde ifade etmişti. CHP'nin yayın organı Ulus gazetesi başyazarı Karaosmanoğlu'nun 12 Ekim 1960 tarihli başyazısından aktarıyoruz:


“… Bu gibiler için medeni haklardan mahrumiyet söz konusu değildir ve çıkarıldıkları bölgeye dönmemek şartıyla memleketin her tarafında dolaşmak serbestliği de ellerinden alınmayacaktır. Doğrusunu söylemek lazım gelirse, bu bakımdan Mecburi İskân yasasındaki sertlik biraz yumuşatılmış gibi görünüyor. Bununla beraber iddia edemeyiz ki mecburi iskân tabirinde bir tehcir manası yoktur.”


SÜRGÜNE GÖNDERİLEN 55 KİŞİ


Sivas Kampı sonrası ülkenin değişik bölgelerine sürgüne gönderilen 55 kişi:


1-İbrahim Abikoğlu, 2- Hacı Topo Aktoprak, 3- Zeki Bayar, 4- Faik Bucak, 5- İsmail Hakkı Bucak, 6- Hacı Ali Bucak, 7- Mehmet Cemal Bucak, 8- Mithat Bucak, 9- Hasan Abik Bucak, 10- Ali Abik Bucak, 11- Bekir Bucak, 12- Reşit Çeçen, 13-Mehmet Dal, 14- Abdulkadir Ekinci, 15-Abubekir Ertaş, 16- Mahmut Ertaş, 17- Bahattin Erdem, 18- Abdurrezzak Ensarioğlu, 19- Sait Ensarioğlu, 20- Şeyh Ali Fırat, 21- Şeyh Selahattin Fırat, 22- Şeyh Gıyasettin Fırat, 23- Şeyh Ahmet Fırat, 24- Mehmet Fuat Fırat, 25- Faruk Fuat Fırat, 26- Mehmet Emin Fırat, 27- Halil Fırat, 28- Ömer Fırat, 29-Gıyasettin Fırat, 30- Hüseyin İleri, 31- Zeynel Abidin İnan, 32-Mustafa Işık, 33- Kinyas Kartal, 34- Abdulbaki Kartal, 35-Hamit Kartal, 36-Bala Kartal, 37- Şeyh Mehmet Emin Karadeniz, 38-Cemil Küfrevi, 39- Zeki Cemil Küfrevi, 40-Abdülbaki Karakuş, 41- Feyzullah Keskin, 42- Mehmet Kayalar, 43- Abdullah Öztürk, 44- Ferzende Öztürk, 45- Osman Öztürk, 46- Köroğlu Öztürk, 47- Şamil Peker, 48- Sait Ramanlı, 49- Kubbettin Septioğlu, 50- Zeynel Turanlı, 51- Cafer Yağızer, 52- Mecit Yalçın, 53-Derviş Yakut, 54- Kazım Yıldırım, 55- Süleyman Yıldırım.


55'LERDEN FAİK BUCAK VE KİNYAS KARTAL'IN DURUMLARI HAKKINDA HAZIRLADIKLARI BROŞÜRDEN…


'Türk aydınları, sizi davamızın hakemleri seçiyoruz'


55'ler unvanı altında, memleket sathında aramadığımız bir şöhrete ulaşan bizler, bugün yuvalarımızdan ayrılalı iki sene dört ay oluyor. İki sene dört aylık bir zaman akışı ne dile, ne gönüle, ne de şuura kolay… Kimimizin çocuğu öldü, gidip göremedi; kimimizin kardeşi, yanı başında bulunamadık. Ailelerimiz perişan oldu. Yaralı yakınlarımız, yeni doğmuş yavrularını kanayan yaralarımızın adıyla çağırdılar; sürgün, iskân, tehcir…


Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşünmüştü. Bizlere düşen acı ve yük payı yerlerimizden koparılıp sırf bizim için yaratılan Sivas'taki kampa sürülmek oldu. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca bir güvenişle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, “adalet tecelli eder.” Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Çünkü ihtilalin partizan bir zihniyetle yapılmadığı ilan edilmişti.


Aksi tesadüfle Muharrem İhsan Kızıloğlu bu işle görevlendirilmişti. Beş buçuk ay çok ağır şartlarda, Sivas Kampı'nda mevkuf tutulduktan sonra, bir gün karşımıza dikildi. Üç yüz kişiydik. Biz 55'leri ayırıp alıkoydu. Diğerlerini serbest bıraktı, “Babam şarkın cellâdıydı, ben de sizin cellâdınız olacağım” diye övündü.


Teklifi üzerine, mecburi iskâna tabii kılındık ve bir avuç leblebi gibi, Türkiye'nin muhtelif vilayetlerine serpiştirildik. Sürgünler arasında kardeşler vardı; kasten birbirinden ayırdı. Sürgünler arasında baba ve oğullar vardı. Yekdiğerinden en uzak yerlere düşürüldüler. Mesele sürgün müydü? Bu muameleye maruz kalan insanları, efkâr-ı umumiye karşısında ağır suçlu göstermek icap ediyordu. Kızıloğlu, bunu ilan etti. Ve bizleri en ağır suçlarla itham eden dosyalar tanzim ettirerek, ağır ceza mahkemelerinde yargılanmak üzere cezaevlerine gönderdi. Yargılanmadan önce “bunlar suçludurlar; müstahak oldukları cezayı görecekler” diye gazetelere peşin hükümlü beyanatlar verdi. Belki ona kalsaydı akıbetimiz feci olurdu.


Bir vatandaşa, bize isnat edilenden daha ağır suçlar yüklenemezdi. Yabancı ideolojilere hizmet, nüfuz suiistimali, din istismarı, zulmetmek. Her biri, kişiyi on kere sehpaya götürmeye yeterli. Biliyorduk, kendimize güvendiğimiz kadar adalete güveniyorduk. Hepimiz beraat ettik ve böylece adalet tecelli etti.


İlk bakışta hissi konuştuğumuz sanılabilir. Bu soruların hakiki sebeplerini sıralayalım: 55'lerin bedbahtlık ve felaketlerinin sebebi Kürt asıllı olmalarında mı aranmalıdır? Yoksa hepimizin Demokrat Partili olmasında mı aranmalı? Yalnız Türkiye'de milyonlarca Demokrat Partili varken onlar niye bizim gibi sürülmediler? Biraz geriye dönelim. Masumiyetimiz teslim edildikten sonra Ankara'ya geldik. İlk fırsatta günün idarecileriyle temas ettik. Salahiyetli makamlar bize haksızlık edildiğini kabul ettiler ve en kısa zamanda yerlerimize iade edeceklerini vaat ettiler. Maalesef seçim ve Kurucu Meclis'in dağılması, dönmemizi o günkü şartlar içinde geciktirdi. Bir gerçeği daha ekleyelim: Biz 55'lerden, toprak ağası da değiliz. Çoğumuz sürgünde geçinebilmek için amelelik yapmaktadır. Çoğumuz yarı tok yarı aç dolaşmaktadır. Toprak ağalığı bu mu? Türk aydınları, sizi davamızın hakemleri seçiyoruz.



ŞEYH SAİD'İN TORUNU FUAT FIRAT


“Bize isnat edilen suç iki eşek yükü buğdayla Kürt İhtilali yapacağımızdı”


İsnat edilen suçlar komikti. Acemi insanlar ihtilal yapmıştı. Biz kendi iktidarımızı nasıl meşrulaştıracağız derdindeydiler ve bazı insanları suçlu göstermek istiyorlardı… Aslında olay birinci ordu komutanı olan Ragıp Gümüşpala'nın askere yaranmak için yaptığı bir hareketti. Gümüşpala, “Şeyh Said'in bütün çocuklarını toplayıp Sivas'a gönderdim” diyordu. Oysa gelenlerin hepsi Demokrat Parti ile bağlantılı değildi. Bizde sadece Abdülmelik Fırat Bey milletvekili idi. Mesela getirilenlerin içinde Hakkârili biri vardı ve zavallı geçimini çamaşır yıkayarak sağlıyordu. Bizim suçlardan bir tanesi iki eşek yüküyle Kürt ihtilali yapacağımızdı. Hınıs'ın köyünden gelen bir vatandaşın önünde iki eşek yükü buğday varmış, nereye götürdüğünü sormuşlar, o da zekât namına Kolhisar'da Ali Rıza Efendi'ye götürdüğünü söylemiş. Onlar da bunun üzerine iki eşek yükü zekâtla Kürt İhtilali yapacaklar diye bize suçlama getirdiler.


Eşyalarımıza el koydular; bir kısım eşyalarımız sattılar; ilginç olan dört ineğimizi satışa çıkardıklarında kimse almıyor, birini bir rütbeli asker alıyor. O zaman bizim yarış atlarımız vardı ve onları saklayabildik, alamadılar. Kampta bütün yemekleri kesemizden yiyorduk, bazen lokantadan getirtiyorduk. Daha sonra ise kampta yemek yapmaya başladık. Bizi kamptan götürdüklerinde ise, vermedikleri halde 400 lira yemek parası kestiler.


Hiçbir şey yapmıyorduk, sürekli konuşuyorduk ve satranç oynuyorduk. Dokuz ay sonra 485 kişinin çoğunu serbest bıraktılar ama biz 55 kişiyi çeşitli illere sürgün gönderdiler. Bizim evrakları sekiz vilayet dolaştırdılar. Dokuz ay Sivas Kampı'nda kaldık, üç ayı gönderildiğimiz yerlerdeki nezarethanelerde geçirdik ve iki buçuk yıl sürgün hayatı yaşadık. 1963'te Demokrat Parti affında serbest kaldık. Bu tip şeylere ailem çok alışkındı. Ben Sivas Kampı'na gönderildiğimde 30 yaşındaydım. Dört yaşında sürgüne gönderilmiştim, sürgünden 18 yaşında döndüm. Daha sonra beni askere aldılar ve askerde de komünist suçlamasıyla bir sene cezaevine tıktılar. Daha sonra 4-5 yıl bir rahatlama döneminden sonra bu sefer Sivas'a aldılar. Sivas kampından sonra birçoğumuz milletvekili oldu, hatta bir arkadaş ulaştırma bakanı bile oldu. Geriye dönüp baktığımda bu işin yanlış olduğunu ben biliyordum ama sonra Milli Birlik Komitesi üyesi biri televizyona çıkıp açıklama yaptı ve o da bu işin yanlış olduğunu söyledi. Dikkat edin devlet sürekli bu işleri yapıyor ve sonrasında özür diliyor.


AK PARTİ GENEL BAŞKAN YARDIMCISI DENGİR MİR MEHMET FIRAT


“Nutuk'ta övgüyle bahsedilen ailem üç defa sürgün yedi”




O zaman 105 sayılı yasaya göre yapılan uygulama tamamen insanlığa ve hukuka aykırı bir uygulamaydı. Dolayısıyla haksız bir uygulamaya uğrayan bütün insanlar gibi o insanlar üzerinde de çok büyük etkileri oldu. O uygulamanın sadece Türkiye'nin belirli bir bölgesinde yapılması sonucu uygulamaya maruz kalan insanlar Türk insanından ayrı bir muameleye tabii tutulduklarını hissettiler, belki de ilk ayrımı orada fark ettiler. Tutuklanan ve sürgüne gönderilen insanların hepsi toprak ağası değildi. Niğde Cezaevi'nde ziyaret ettiğim dedem, oradaki bazı insanların terzilik yaptığını, bazılarının ise koğuşlarda çamaşır yıkayarak geçimlerini sağladığını anlatmıştı bana.


Uygulama çok ilginç ve haksızdı. Mesela benim ailem milli mücadele döneminde çok önemli işler yapmış bir ailedir ve bundan dolayı meclis tarafından dedeme kırmızı - yeşil madalya verilmiştir. Atatürk bile Nutuk'ta ailemden övgüyle bahsederken, ailem üç defa sürgün yedi ve mallarına el konuldu. Dedem Sivas Kampında tutuldu, daha sonra cezaevinde kaldı ve sonra serbest bırakıldı. Bu tip uygulamaların devlete kazandırdığı hiçbir şey olmadı, temennim bu tip olayların bir daha yaşanmaması ve yaşatılmaması.


FAİK BUCAK'IN OĞLU, SERTAÇ BUCAK


“Bir yıl boyunca her gün sürgün edilmeyi bekledik”


Babam o zamanlar Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi mensubuydu. Demokrat Parti ile herhangi bir bağlantısı yoktu. Ben o zaman ufaktım ve hiç unutmam babamı aldılar ve götürdüler. Uzun süre nerede tutulduğunu öğrenmeye çalıştık, daha sonra Urfa merkezde askeri inzibata ait olan bir alanda tutulduklarını öğrendik. Babamı yürürken görmüşler akrabalar ve sakallı olduğunu söylediler. Hayatımın ilk rüşvetini aldığım sigaraları tutuklu babama iletmek için verdim.


Babam hakkındaki suçlama, Fırat'ın öte tarafına geçtiği ve orada toplantılar yapıldığı iddiasıydı. Zeynel Fırat'ın da bu işe dâhil edilme nedeni buydu. Güya babam daha sonra annemin köyüne gelmiş, toplantılar yapmış ve aşireti isyana hazırlamış. Tutuklu olarak yaklaşık beş hafta kaldılar. Daha sonra bir sabah babam bize bir pusula gönderdi ve kışlık elbiselerinin hazırlanmasını istedi, “Bizi götürecekler” dedi. Elbiseleri aldık, askeriye merkezine gittik ve baktık ki iki büyük cemse hazırlamışlar. Hacı Ali Bucak ve Zeynel Fırat yaşlı oldukları için onlara yardım ediyorlardı. Zeynel Fırat'ın sakalları hâlâ gözümün önündedir. Bindirildikleri sırada Sedat Bucak'ın babası Hakkı Bucak, “Bizi Sivas'a götürüyorlar” diye bağırdı. Asker onu ikaz etti. Ondan sonra biz akrabalarımızla birlikte arabaya bindik ve Diyarbakır'a kadar o cemseleri takip ettik. Onları bir süre Diyarbakır'da tuttular ve askeri cemseyle birlikte Sivas'a gönderdiler. Sivas'ta hiç görüşme olanağı olmadı, sadece babamın teyzesinin oğlu kampın yanındaki patates tarlasında işçi gibi gidip kısa bir süre görüşebilmiş ama fark etmişler.


Babamların tutuklanmalarından sonra bize de hazırlanın sürgüne gideceksiniz denildi. Beş odalı bir evde oturuyorduk, bütün eşyalarımızı topladık, bir odada yaşamaya başladık. İnanılması güç ama koca yıl her gece korkunç bir psikolojik baskı yaşadık. Çünkü Urfa içinde cemseler dolaşmaya başlayınca “Hadi kalkın bizi götürmeye geldiler” diyorlardı bizimkiler. Akşam Gazetesi'nden Melih Turgut bizimle röportaj yaptı, durumumuzu anlattı. Evimize kimse gelip gitmez oldu. Ben babamı sürgünden sonra ilk defa Gaziantep'te gördüm, çünkü onlara Fırat'ın bu yakasına geçmek yasaktı. Benim küçük kız kardeşim Azade, babam tutuklandığı zaman üç aylıktı, bir buçuk yaşındayken gaz ocağının patlaması sonucu kardeşim yanarak hayatını kaybetti ve babam kız kardeşimin ne cenazesini gördü ne de büyüdüğünü. Bu baskılar bizi o kadar kamçıladı ki okullarımızda en başarılı öğrenciler biz olduk.


Beni en çok etkileyen olaylarından biri de Balıkesir Cezaevi'nden babamın bize yazdığı mektuptu. Akşam Gazetesi'nde çıkan yazıyı okumuştu ve bize şöyle diyordu: “Bu ülkede haksızlıklar olur, ama bir gün mutlaka adalet tecelli eder.”


KİM KİMDİR


* Zeynel Turanlı: AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Mersin milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat'ın dedesi. Nutuk'ta milli mücadeledeki katkılarından dolayı Atatürk tarafından övülen Bedir Ağa bu ailedendir. Bu hizmet karşılığı aileye meclis tarafından madalya verilmiştir.


* Faik Bucak: Urfa, Siverek'te bulunan Bucak Aşireti'nin ileri gelenlerinden ve Sivas Kampı'ndan sonra kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Genel Başkanı. 1966'da bir suikast sonucu öldürüldü. Oğlu Sertaç Bucak, Abdülmelik Fırat tarafından kurulan Hak Ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) Genel Başkanı.


* Hakkı ve Mehmet Bucak: Bucak Aşireti'nin ileri gelenleridir. Aile bu dönemden önce Şeyh Said İsyanı'na destek vermemesiyle bilinir. Mehmet Bucak daha sonra Adalet Partisi'nden milletvekili seçildi. PKK'nın, kuruluş aşamasında kendisine karşı düzenlediği suikasttan kurtuldu. Bucak Aşireti PKK ile mücadelede en fazla korucuya sahip aşiret olarak bilinir. Hakkı Bucak'ın oğlu kamuoyunun yakından tanıdığı Susurluk hükümlüsü ve Doğru Yol Partisi eski milletvekili Sedat Bucak'tır.


* Kinyas Kartal: Brukan Aşireti lideri. 1960'tan sonra Adalet Partisi milletvekili olarak 15 yıl milletvekilliği ve Meclis Başkanlığı yaptı. Birçok kola ayrılan aşiretin bilinen üyeleri Van'da bulunan Kartal'lardır. Demokrasi Partisi (DEP) eski milletvekili Remzi Kartal da bu aşiretin üyesidir. Aşiretin ismi kamuoyunda son olarak, çekilmesi gündeme gelen “Brukan” filmiyle duyuldu.


* Hasan Doğan: Alevi dedesi ve Sivas Kampının en yaşlısı. Halen Cem Vakfı Genel Başkanlığı'nı yürüten Prof. Dr. İzzetin Doğan'ın babası.


* Fuat Fırat ve Fırat Ailesi: Şeyh Said'in torunları. Aile birkaç defa sürgün yedi. Sivas Kampı ve sonrasında sürgün yiyen Fuat Fırat daha sonra üç dönem milletvekilliği yaptı. Sivas Kampı sırasında aileyi mecliste Abdülmelik Fırat temsil ediyordu ama o da Yassıada'da tutukluydu.


* Ensarioğulları: Aşiret Diyarbakır'da ikamet etmekte. Birçok şeyh ve siyasetçi barındıran ailenin en bilinen temsilcisi Doğru Yol Partisi'nden meclise girip devlet bakanlığı yapan Salim Ensarioğlu'dur.


* Ragıp Gümüşpala: Eski Genelkurmay Başkanı. Milli Birlik Komitesi'nce tasfiye edilen subaylarla birlikte emekliye sevk edildi. Eski Demokrat Parti'ye yakınlık duyanlar tarafından, 11 Şubat 1961 tarihinde kurulan Adalet Partisi'nin genel başkanlığına getirildi. 15 Ekim 1961 seçimlerinde İzmir'den milletvekili seçildi. 1964 yılında vefat etti. Daha sonra parti genel başkanlığına Süleyman Demirel seçildi.


ARAŞTIRMACI - YAZAR ORHAN MİROĞLU


“Cumhuriyetin en büyük paranoyası”


Canip Yıldırım, yeni konuşmaya başladığımız bir tarihin yaşayan en önemli canlı tanıklarından biridir. Musa Anter'in kuşağından, hem 49'larda, hem de 12 Mart askeri darbesinden sonra Diyarbakır'da tutuklanmış ve Apê Musa ile birlikte yargılanmış. Canip Yıldırım, dostlarına, onu dinlemek isteyenlere hep anlatır durur hâlâ. Tarihsizlerin, tarihi yok sayılanların, sürgünlüğe gönderilen ve bu sürgünlük yıllarında yoksulluğun, çaresizliğin bitirip tükettiği Kürt ailelerin hüzünlü hayat hikâyelerini ondan dinlerken, o yıllara ait deyimleri ve sözcükleri de öğrenirsiniz. “Kitabını kapatmak” deyimi mesela o yıllarda üretilmiş bir deyimdir. Başı devletle belada olanların hayatını söndürmek, onları bitirmek, fiziki olarak yok etmek anlamına gelir... Eğer “kitabınızın kapanmasına” devlet karar vermişse, yapacak bir şey kalmaz. Ama her zaman da acımasız değildir devlet. “Kitabınız kapatılmaz” fakat “şerpeze,” yani yoksul ve sefil biri olmanıza karar verilir. Sürgünlüğe yollanırsınız ve sahip olduğunuz zenginlikler bitip tükenir, yetmez olur hiçbir şeye. Yani şerpeze edilirsiniz. Oysa en iyi Kürtler bilir; asalet şerpeze olmaz.


“Tarihsizlerin” tarihi, bize, devletin Kürtleri hep isyana hazır, fırsat bulsa hemen devlet kuracak bir halk gibi gördüğünü anlatır. Cumhuriyetin en büyük paranoyası budur. Kürtler, doğrusu, yapılan bütün adaletsizliklere ve haksızlıklara rağmen adaletten umutlarını hiçbir zaman kesmeden katlanmaya çalıştılar. Ellerini kelepçelere itirazsız uzatırken, bir gün adaletin hep tecelli edeceğine inandılar. Adaletsizliğe uğrayanların bir umudu da Türk aydınlarıydı ve onlar Türk aydınlarını “davalarının hakemleri” olarak görüyorlardı.


Daha Sivas - Kabakyazı Kampı gerçekleşmeden önce; 1959'da açılan 49'lar davasında yargılananlar da adaletin tecelli edeceğine inandılar. Ama iki yılı aşkın bir zaman kapatıldıkları hücrelerinden bir tecrübeyle çıktılar. Adaletin tecellisi için, örgütlenmek gerektiğini, haklarını ve varlıklarını savunacak örgütlere ihtiyaçları olduklarını biliyorlardı artık. 12 Mart'a gelindiğinde, hem davalarına sahip çıkan TİP'in içindeydiler hem de DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) gibi kültürel kurumlara sahiptiler. Bu yıllarda sürdürülen adalet ve hak arayışında şiddet benimsenmiyordu. 12 Eylül'den sonra olup bitenler ise adalet duygusunu, Türkiyeli aydınlara duyulan inancı “şerpeze” etti, yoksullaştırdı. Diyarbakır askeri cezaevinde, zulüm ne kelime, uyuz bir köpeğe askeri tekmil vermek zorunda kaldı Kürtler. Bekaa'da her şey hazırdı ve bu cezaevinden çıkanlar soluğu Bekaa'da aldılar. Benim gibi Diyarbakır cezaevinden tahliye olduktan sonra silahtan ve askerlikten bir şey anlamadığı için Bekaa'ya gitmeyenlere ise insanlar şaşırıp durdular. Zor anlatabildik derdimizi. Bu kadar zulüm gördükten sonra, nasıl oluyordu da Bekaa'ya gitmiyorduk?



'Tarihsizlerin' tarihi keşfedilmeyi, sorgulanmayı ve bu sorgulama