19 Eylül 2013 Perşembe
ANTİK KÜRD MİMARİSİ
17 Eylül 2013 Salı
Jîn Dergisi Çıktı [Ekim 1918]
Kürd sanat ve mimarisi
Mehrdad R. Izady Harvard Üniversitesinde Yakın Doğu Dilleri ve
Uygarlıkları Fakültesinde Öğretim görevlisidir.
Tarih, Siyasal Bilimler ve Coğrafya alanlarında lisans yapan Izady,
Uluslararası Olaylar, Coğrafya ve
Ortadoğu Çalışmaları alanlarında mastır yapmıştır.
Doktorasını Colombia Üniversitesinde,
Ortadoğu Çalışmaları üzerine vermiştir. Bugüne kadar sayısız konferanslar veren Izady,
ABD Kongresi'nin Kürtlerle ilgili alt komitelerinde iki kez bilirkişi olarak dinlenmiştir.
Kurdish Times ile The Middle East Journal'da pek çok makalesi çıkmıştır.
Ayrıca Encyclopedia of Asian History 'ye de katkıda bulunmuş,
Kürtlerin dağılımını gösteren haritalar yayımlamıştır.
Bu yazı, Prof.Dr.Izady’nin önemli çalışmalarından olan “Kürtler: Bir el Kitabı” adlı kitabından alınmıştır.
Şehircilik ve yerleşim ,ziraatın ve hayvancılığın keşfine ve gelişmesine kadar bekledi. Ziraatın bulunması ve hayvanların evcilleştirilmesiyle zorunlu olarak kalıcı yerleşim mekanları ve evler, ekili arazilerin olduğu verimli topraklarda inşa edildi. Bilinen en erken döneme ait ipuçları, insanların el yapımı inşa ettikleri mekanlar, ziraatın bulunmasıyla yerleşilmiş olan alanlardır. Alınan en eski mimari bilgiler PROTO-NEOLITIC (I.O 9300-8500) dönemine ait QERMEZ DERA ve KARIM SHAR merkez Kürdistan’da ve eski Kürt şehri olan JERICO da bulunuyor. Bu binalar, yarısı yere gömülü olan ve yuvarlanmış çamurdan yapılan kulübeler şeklinde inşa edilmiştir. Kalıplar içerisinde çamurdan yapılan tuğlalar Kurdistan’da bulunuyordu ancak Jericoda keşfedilmemişti.
HALAF Döneminde (I.O 6000-5400) ev inşaatları, bir kere daha eskiye dönük THOLOI denilen daire şeklindeki planlardı. Çok odalı ev planı olan 2000 yıl önceki dikdörtgen planlar kullanılmamıştı. Bu evler daha küçük, 4,5 m –7,5 m çapında daire, küçük tek aileye hizmet veren evlerdi. Yanlarına ilave olarak evcil hayvanlar için dikdörtgen planlı inşa edilmiş mekanlar vardı. Evlerin yapı malzemeleri birbirinden farklıydı, yağışlar, iklim, toprağın yapısı yani zemine göre malzemeler farklılık gösteriyordu.. Çamur tuğla yontulmuş taş ve kereste çeşitli şekillerde kullanılmıştı. Çamur evler kubbe şeklinde, tavan, çamur ile inşa edilirken, diğer değişik tarzda tavanlarında yapıldığına dair izlere rastlamakta mümkün olmuştur.Yarım Tepesinde olduğu gibi, düz tavanlar için ahşap kiriş ve mertekler kullanılmıştır. Modern Kürt köy mimarisinde çamur tuğla ve kubbe tavanlar kurak bölgelerde inşa edilirken, moloz taştan yapılmış duvarlı ve ahşap kirişli çatılı evler, nemli ve deniz seviyesinden yüksek olan bölgelerde daha çok tercih edilmiştir. Bu iki metodun karışımları günümüze kadar gelmiş ve HALAF döneminde de çok görülmüştür.
Dışardan gelen MEDES ve Hint-Avrupa dillerini konuşan insanlar Kürtlerin tarihini, atalarını, sanat ve kültürünü anlamakta zorlanmadılar. Şehircilik elementleri ve mimarisinin tanımlanması için belgeler kolaylıkla elde edilebilmişti. Asur-Assyrian kuvvetleri tarafından kuşatılan Kürt Şehirleri sadelikten çıkarak, tepeler üzerinde genellikle yedi karışık dizayn edilmiş duvarlarla bölgelere ayrılan şehirler olarak değişmiştir. Sarayların ve tapınakların olduğu bölgelere inşa edilmiştir. Benzer şehircilik anlayışı, Heredod-Heredotus’tan alınan bilgilere göre meşhur bahçe saraylarının (MEDES OF HAMADA) etrafında görülen zengin renk armonisiyle baştan başa boyanmış duvarlarla (altın, gümüş, mavi, beyaz, mor, kırmızı ve siyah) geliştirilmiştir. Duvarların aralarına halk evleri, bahçeler, çiçeklikler ve tahminlere göre çiftlik hayvanları için barınaklar inşa edilmiştir. Bu dizaynlar eski İranlılardan en çok ta ‘ortada olan’ anlamında “duvarlarla çevrili alanlar”, modern anlamda “cennet”tum, Avrupa dillerinde, firdevs (cennet) olarak da Kur’an da geçiyor. Modern Farslılarda “Jaliz” sebze bahçesi, Kürtçe’de “parez” yine ‘sebze bahçesi’ anlamında ve Goran-i Kürtler’de de “pardez” ‘çiçek bahçeleri’ anlamını almıştır. Orta başkentin kalıntıları, dış duvarları daha çok kırmızı ve siyah gibi renklerden oluşmuş ve 1967’ye kadar orijinal “paradise” “cennet” anlamıyla ayakta kalabilmiştir.
Renk kültürü, Kürt sanatında çokça kullanılırken, değişik dönemlerde ve şehircilikte her zaman harika bir zenginlik göstermiştir. Uzun yıllar sonra Mezopotamyalılar özellikle de Elamlar-Elamite, Asurlar-Assyrian ve Yeni Babiller-Neo Babylonian- minyatür dizaynla tüm Kürt kentlerini ve dağlarını süslemişler. Bunlar daha çok suni minyatür dağlar üzerine, karışık dizayn edilmiş, yerleşim yerlerinin en tepesindeki tapınaklarla kendisini göstermiştir. Modern Kürt köylerinden Xorsabad-Khorsabad, Kuzey Mısır’da duvarlar çok çeşitli renklerde boyalı ve Asur figür ve motifleriyle özellikle Dur Şurk-Dur Shurk’un figürleriyle süslenmiş Kürt renklerinin en iyi ve zengin uyumuydu.
Kürdistan
Nemrut Dağı (Kuzey Adıyaman) Kürt krallığının en önemli merkezi, başkenti, idi. Kürtlüğün tüm kriterlerini üzerinde taşıyan yuvarlak tepe, örnek inşa planları ve karmaşık renkli duvarlarıyla dizayn edilmişti.
Kuzey Kurdistan’da, Ortaçağ şehirlerinden Doğubeyazıt, Melek hükümdar-Lord of Angel- anlamında modern şehir, kayalık Ağrı Dağı’nın karşısında, çok büyük, gösterişli Saray Kompleksi, küçük özel camisiyle Kürt Prens Ishak Paşa’nın 1784 de inşa ettiği şehir, günümüze kadar ayakta kalmıştır. Kompleks çok katlı, sağlam duvarcılık örneği kubbeler, minareler, birçok anıtsal kapı, değişik seviyede iç bahçeler(avlular) ve ahırlardan oluşuyordu. Sarayın artistik stili, Kafkaslardan, Farslılardan, Suriyelilerden ve Anadolu Mimarisinden oluşan elementlerle engin bir armoni oluşturuyordu. Ön Ariler-Pre Arian- Kürt yöneticilerinin sarayları yada Orta Asyalıların sarayları gibi yüksek ,kayalıklı tepeler üzerine kurulmuştu. Dış dekorlarda yabancıların etkisi altında kalınmış olsa da Kompleksin planları ve genel dizaynları klasik Güney Kürdistan’daki tepe üstü saray komplekslerine uygun görünüyordu. Doğu Beyazıt’ta üstyapı kalıntıları pek kalmamış ancak zemin planı, duvarlar ve sözde Sasani yapısı olan bu kalıntılar Ishak Paşa’nın Osmanlı kompleksleriyle Kuzey Kürdistan’da 2000 yıl sonra hala ayakta kalmayı başarmıştır.
Ishak Paşa’nın bu kompleksleri, içinde bulunduğu yüzyılın ilk on yılına kadar korunmuş ancak Xoybun-Khoyboun ayaklanması sırasında, saray yağmalanmış ve bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti güçler tarafından kuşatılmıştır. Her şeye rağmen bazı kalıntılar günümüze kadar ayakta kalmıştır.
Süleymaniye’nin yıkımından sonra Hamid Bey’in tüm önemli sarayları son prens olan BABAN’ın Irak devrimi döneminde 1958’de Leydi Lila’nin Halepçe’deki sarayını elde etmesiyle en son geleneksel zengin Merkezi Kürt Mimarlığının son kalıntıları da harap olmuştur. Ayrıca 1988 deki savaşlarla tarihi Halepçe şehrinde birçok eser yok edildi. Gösterişli malikanelerden olan ARDALANS ve SANANDAJ saraylarının görüntüleri değişmesine rağmen bazı kalıntılar günümüze kadar ayakta kalmıştır. Bu binalar 1867 de ARDALANS’ın ortadan kaldırılmasıyla hükümet binaları olarak kullanılmıştır. İç dizaynları bürokratik fonksiyonlar için yeniden düzenlenmiş ve onarılmıştır. Bu büyük malikanelerden bir tanesi de özenle inceden inceye restore (onarım) edilmiş ve su an SANANDAJ Müzesi olarak hizmet vermektedir.
Bütünüyle bu prenslerin zengin dönemlerinden kalan kalıntıların ana inşaat malzemesi taştı. Güney ve Doğu Kürdistan’da Farslıların etkisindeyken tuğlalar çok kullanılmış, taşlar genellikle tuğla şeklinde kesilmiş ve sabitleştirmede kullanılmıştır. Kuzey ve Bati Kürdistan’da, büyük yapılarda daha çok taş duvar blokları kullanılmış, aralarına herhangi bir aplikasyon uygulanmamıştır. Moloz taşlar özel (şahsa ait) küçük evlerde ve köy kulübelerinde kullanılmıştır. Görkemli, siyah büyük bazalt taşların Diyarbakır şehrinin duvarlarını süslediğini Yunan-Romalı yazarlar dile getirmişlerdir. Kürt Mimarisin ve şehir planlaması çalışmaları için ayakta duran ip uçları araştırmalar için hala büyük mesafelerin katedilebileceğine işaret ediyor.
Kaynak
Prof. M.R. Izady, ”The Kurds:A Concise Handbook”, 1992
Yararlanılan makale ve bibliyografiler:
-E.J. Keall, ”Qal’eh-i Yazdigird.A Sasanian Palace Stronghold in Persian Kurdistan,”
Iran V (1967);
-E.J. Keall, “Qal’eh-i Yazdigird : The Question of its Date,“Iran XV (1977);
R.H. Dyson, “Architecture of the Iron I Period at Hasanlu in Western Iran and its Implications for theories of Migration on the Iranian Plateau,” in Le plateau iranien et i’asi centrale des origines a la conquete islamique (Paris Colloques intermationaux du centre national de la recherche scientifique,No.567,1976);
-T. Cuyler Young, “Thoughts on the Architecture of Hasanlu IV,”Iranica AntiquaVI(1966); C.L. Goff,“Excavations at Baba Jan, the Architecture of the East Mound“ Iran XV(1977); Glenn M.Fleming,“The Ecology and Economy of Kurdish Villages,“Kurdish Times N1-2 (1991)
Alıntıdır....
Kürt gravürlerine sansür
Bilindiği gibi gravür, fotoğrafın henüz toplum yaşamına girmediği döneme ilişkin bir sanat dalıdır.
İslami toplumlarda dinsel etkilerle resim ve gravür sanatı gelişmezken, Batılı toplumlarda Rönesansla birlikte bu sanat dallarında büyük bir aşama kaydedilmiştir. İnsanları gerçek boyutlarıyla resmetmek, İslami toplumlarda „Tanrı’ya şirk koşmak“la özdeşleştirildiğinden, yazık ki çok önemli yeteneklere rağmen bu sanat dalları gelişemiyor ve bunun yerine bir bakıma „yazıyı resmetmek“ olarak nitelendirebileceğimiz hat sanatı ve nesneleri gerçek boyutlarından çıkararak resmetme anlamına gelen minyatür sanatı gelişiyor. Osmanlı, İran ve Hint minyatürleri, bu dalın en yetkin ürünleri olarak sanat tarihindeki yerini alır.
Kuşkusuz, matbaanın üçyüz yıl gecikmeyle alınmasının yanısıra sanat üzerindeki bu tabu ve ambargo da, İslami toplumlarda sanatın geri kalmasının en büyük etkeni olmuş.
Oysa, aynı dönemlerde özellikle Rönesanstan sonra bir anlatım aracı olarak resim ve gravür sanatında büyük aşamalar kaydedilmiş, 19. yüzyılın ortalarından itibaren de fotoğraf sanatı buna eşlik etmeye başlamıştır.
Resim ve gravür sanatıyla Doğu insanı da Batı literatüründe boygösterir, bir bakıma Doğulu’nun görsel tarihi Batılılarca yazılırken; Batılılaşma hareketiyle birlikte, özellikle Gayrimüslim ve Gayrıtürk insanların önayak olmasıyla sözkonusu sanat dallarının Osmanlı toplumunda da boyverdiğini gözlemliyoruz. Buna, daha sonra Türkler’in de eklendiğini görüyoruz.
Bilindiği gibi, gerek resmi görev gerekse özel görevler veya seyahat amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Batılılar, gerek mektup gerekse seyahatname tarzındaki anlatı eserlerinde kimi zaman görsel anlatı ürünü olarak, bir çeşit çizgi-resim veya desen olarak adlandırabileceğimiz gravürlere de yer vermişler ve bu ürünler eserlere daha bir zenginlik ve güzellik katmıştır.
Bu gravürleri kimi zaman doğrudan yazarın kendisi, kimi zaman de onun anlatımlarına dayanarak başka ressamlar çizmiştir. Bu gravürlerin birer sanat şaheseri sayılabilecek örnekleri bulunduğu gibi, zayıf örnekleri de vardır kuşkusuz.
Gravürler genellikle pastel boyalar, çini mürekkep ve karakalem olarak çizilmiştir. Fotoğraf sanatının gelişmeye başladığı dönemlerde bile, kimi zaman gravürün tercih edildiği, başka bir deyişle fotoğraflanan bir figürün zaman zaman gravürünün tercih edildiği görülmektedir. Kısaca, bir toplumun görsel tarihi açısından büyük öneme sahiptir gravürler.
Resmi Görüşe Eşlik Eden Sansür ve Saptırmaİttihad-Terakki yönetiminden başlayarak Türkçü resmi görüş, yaşamın başka alanlarında olduğu gibi, Kürtler’e ilişkin gravürlerde de kendini göstermiş. Kürt gravürleri üstündeki sansür ve saptırma olgusunu, birkaç örnekle göstermek istiyorum.
Bunun en tipik örneklerinden biri, Fransız, İngiliz, Alman, Avusturya ve İsveç gibi Batılı ülke literatürlerinde „Kürd Prensesesi“, „Kürdistan Kahramanı“, „Kürdistanlı Kara Fatma“, „Kürd Amazonu“; Osmanlı literatüründe „Kürd Cengâveri, Kürd Mücahidini, Kürd Prensesi“ gibi sıfatlarla geçen; Kürt literatüründe „Fataraş“ olarak anılan, ancak İttihad’dan sonra birdenbire „Türk Kahramanı Kara Fatma“ya dönüştürülen, 1853-56 Osmanlı-Rus Savaşı’nın meşhur kadın kahramanı Kara Fatma’dır.
Osmanlı toplum yaşamında bir dönemeç niteliği taşıyan sözkonusu savaş, „kutsal savaş“ olarak ilan edilip tüm Osmanlı memleketlerinden yardım talep edildiğinde, Maraş yöresinde yaşayan Sinemilli aşiretinin önde gelenlerinden Kara Fatma da (Fataraş) himayesinde topladığı 300 dolayında süvari ve piyade ile bu savaşa katılmak üzere başkent İstanbul’a gider. Osmanlı ülkesinin dörtbir yanından bu tür gönüllü birlikler gelmesine rağmen, hiç birisi Fataraş’ın birliği kadar ilgi çekmez. Bu nedenle Kara Fatma ve birliği, Başkomutan Rıza Paşa’nın yanısıra Osmanlı Sultanı Abdülmecid tarafından da kabul edilir.
Bu savaşa, İngilizler ve Fransızlar da Osmanlı ile birlikte katıldıklarından, İstanbul, yerlilerinin yanısıra Avrupa ülkelerinden gelen askerler, yazarlar, gazeteciler, gezginler ve ressamlarla doludur. Bu nedenle, bir köylü kadının komutasında İstanbul’a gelen bu gönüllü milis birliği, hem Batılıların hem de İstanbul halkının büyük ilgisini çeker. Slade gibi müşavir-paşalar Kara Fatma’nın İstanbul’a gelişini ve yaptığı gövde gösterisini seyahatnamelerinde övgüyle anlatırken; çok sayıda gazeteci ve ressam da kendisinin çeşitli haber ve gravürlerini dergi ve gazetelerine taşırlar. (1)
Kara Fatma, İstanbul ziyareti aşamasında (M. Fossati)nin nefis bir gravürüyle önce 15 Nisan 1854 tarihli L’Illustration, Journal Universel dergisi yoluyla (2) Fransız basınına yansıra (Resim:l-a). Gravürün, „Kürdistan kahramanı Kara Fatma İstanbul’da“ anlamına gelen altyazısı şöyle: „Kara Fatima, l’héroine du Kürdistan, a’ Constantinople“.
Aynı gravür, yaklaşık 90 yıl sonra Cumhuriyet basınına „Tarihin Dişi Arslanı“ altbaşlığıyla yansıyacak (3) ve şu açıklamaları okuyacağız: „Kara Fatma’yı hepimiz biliyoruz. Kırım Harbi zamanında 65 yaşında ohmasına rağmen peşine taktığı yüzlerce gönüllü ile İstanbul’a gelmişti. Yukardaki resim 1854’te Fransızca Illustrasyon’da çıkmıştır. Altında (Dişi Arslan) yazar.“ (Resim: 1-b)
Gravürün altında yeralan „Kara Fatma, Kürdistan kahramanı Canstantinople’de (İstanbul’da)“ ibaresi bir kalem darbesiyle sansürlenmiş ve „Dişi Arslan „a dönüştürülmüştür.
Kara Fatma’nın İstanbul’daki görüntüleri, bundan hemen sonra İngiliz basınında boygöstermeye başlar. 22 Nisan 1854 tarihli The Illistrated London News dergisi, Kara Fatma ve mahiyetindekileri „Kara Fatma Hanım, Kürt süvarileriyle İstanbul’da“ altyazısıyla verir. Buna, 24 Naziran 1854 tarihli başka bir gravür daha eşlik edecektir.
Kara Fatma, yalnız İngiliz gazetelerine değil, seyahatnamelerine de girmekte gecikmez. Sözgelimi, İngiliz gezgin ve yazar Lady (Mary) Shail, daha savaş tümüyle bitmeden yayımladığı 1856 tarihli bir eserinde (4), Kara Fatma’yı davulcular ve trampetçiler eşliğinde saldırıya geçen bir savaş gravürüyle yansıtır.
Kara Fatma, bundan yaklaşık on yıl sonra bu kez (A. de Neuville)ün farklı bir nefis gravürüyle ünlü Fransız seyahat dergisi Le Tour de Monde ‘a yansır.(5) Gravürün altyazısı şöyledir: „Kara Fatma, la princesse kurde“ (Kara Fatma, Kürt Prensesi). (Resim:2-a)
Aynı gravür, aynı yıl ünlü Alman etnografya ve seyahat dergisi Globus’a da aktarılır.(6) Gravürün alt başlığı ise şöyledir: „Kara Fatma, eine kurdische Prinzessin“(Kara Fatma, Kürt Prensesi).
Aynı gravür, 19. yüzyıl sonlarında, ünlü kartpostal yayıncısı Max Fruchtermann tarafından renklendirilerek (240) nolu kartpostal olarak yayımlanır. Kartpostal yayıncılığında o zamanki modaya uyularak altta Fransızca „Kara Fatma-La princesse kurde“ (Kara Fatma-Kürt Prensesi), üstte ise Osmanlıca „Kürd cengâverlerinden Kara Fatma“ ibaresi kullanılır.
Kara Fatma’nın önce Osmanlı, daha sonra Cumhuriyet literatüründe en çok kullanılan gravürü, budur.
Osmanlı yayınlarında Kara Fatma’ya bir „Amazon“ olarak ilk değinen kişi Ahmed Midhat Efendi olur. Ahmed Midhat, Amazonlar yani savaşçı kadınlar üstüne kurduğu 1875 tarihli yazısında, birçok ünlü amazonun yanında Kara Fatma’ya da yer verir. (7)
Kara Fatma’ya ve Kars cephesinde yine Osmanlı-Rus Savaşı’na katılan başka bir Kürt kızına değinen Osmanlı aydınlarından biri de Namık Kemal’dir. Namık Kemal, Abdülhak Hamid’e gönderdiği 30 Mart 1879 tarihli bir mektubunda (8), nişanlısının peşisıra sözkonusu savaşa katılıp şehit olan bir Kürt kızından sözeder ki, bu sonradan Vatan Yahut Silistre’nin baş kahramanı Zekiye tipiyle bir tiyatro eserinde yeniden hayat bulacaktır.
Bu ve benzeri çeşitli yayınlardan sonra İttihad ve Terakki döneminde 1914’te yayımlanan Siyanet dergisinin 4. sayısında üstteki (2-a) nolu gravür verilerek, hiç bir kanıt gösterilmeden Kara Fatma, „Türk“ olarak sunulur. Bu, tam da „kutsal savaş“ olarak ilan edilen Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıldır. Aynı iddia, aynı derginin 15. sayısında yayımlanan Halil Hâmid imzalı Kürt kadınlarına ilişkin bir yazının, dergi redaksiyonunca eklenen dipnotunda da tekrarlanır: „Silsile-i kelâma halel getirmemek için muharririn Kara Fatma’ya ait olan fıkrasına dokunmadık. Dört numaralı nüshamızda resmini ve tercüme-i hâlini derc ettiğimiz Kara Fatma Kürd değil, Türk’tür.„(9)
Oysa, bundan bir yıl sonra yine Kara Fatma’yı işleyen Kadınlar Dünyası dergisi, yukardaki gravürü kapak konusu yaparak, onun Kürt kimliğine açıkça vurgu yapar. (10) Aynı derginin 38. sayısında da; „Kırım muharebesinde ise bir Kürd kadınının, Kara Fatma’nın Osmanlı ordusunda gösterdiği yararlıkları henüz unutmadık“ sözleriyle aynı belirleme yapılır. (11)
Ne var ki, Cumhuriyet dönemine gelindiğinde İttihadçılığın gerici mirasını alan kimi sözde aydınlar, düzmece belgelere dayanarak aynı gravürü, „93 Harbi’ne katılan Cerid aşiretine mensup Kara Fatma“ olarak sunmaya kalkışırlar. Bunun ilginç örneklerinden biri, söylediklerini belgeleyemeyen İslamcı yazar Aynur Mısıroğlu’dur. Mısıroğlu, sözkonusu eserinde (12) yukarda anılan gravürü şu alt başlıkla vermekte bir sakınca görmez: „Kuva-yı Milliye’nin ilk mübeşşirlerinden: Doksanüç Harbi’nde Aziziye tabyalarında göğsünü Moskoflara siper eden meşhur Kara Fatma mâhiyyeti ile“. (Resim: 2-b)
Yukarda da vurguladığımız gibi, Kara Fatma, Kürt kadın tipini dünyaya tanıtan başlıca kadın kahramanlardan biridir. Osmanlı veya Kürt kadınından sözaçan birçok Batılı eserde olduğu gibi, Avusturya literatüründe de Kara Fatma’ya özge bir yer verilir ve onun bir başka ilginç gravürü yayımlanır. (13)
Bu gravürün Almanca altyazısı şöyledir: „Die Kurden-Amazone Kara Fatma“ (Kürt Amazonu Kara Fatma). (Resim: 3-a)
Gelin görün ki, sözkonusu gravür, yaklaşık 120 yıl sonra yine sözde bir araştırmacı tarafından, „Cerid aşiretinden Çukurovalı Kara Fatma“ya dönüştürüldü ve dahası sözkonusu gravür „fotoğraf“ olarak sunuldu. (14)
Makale yazarı tarafından basına gösterilen ve kaynağı gösterilmediği gibi, bir de fotoğraf olarak sunulan sözkonusu gravürün altında şu sözler yeralıyor: „Çukurovalı Kara Fatma’nın 1854 yılında İstanbul sokaklarında yabancılar tarafından çekilen fotoğrafı.“ (Resim: 3-b)
Kuşkusuz Kürt gravürleri üzerindeki sansür ve saptırma salt Kara Fatma gravürleriyle sınırlı değildir.
Sözgelimi Helmut von Moltke’nin ünlü eserinde (15), Diyarbekir’den gelerek Osmanlılar’la Mısır Valisi İbrahim Paşa arasında cereyan eden Nizib Savaşı’na katılan „başıbozuk“ yardımcı savaşçı grupları betimleyen ve „Bashi-bosuks. Hilfstruppen aus Diarbekir“ (Diyarbekir’den başıbozuk yardımcı gruplar) altbaşlığıyla verilen bir gravür (Resim: 4-a), yaklaşık 130 yıl sonra bir tarih dergisinde „Asakir-i Milliye“ye dönüşebiliyor (Resim:4-b). Bu ifadeyi gören, sözkonusu gravürü „Milli Mücadele“ye katılan gönüllüleri yansıtan bir resim sanır (16).
Kürt kökenli bir tarihçi olan Cemal Kutay’ın Kürt gravürleri üstünde yaptığı saptırmalar bununla bitmez ve birçok kez tekrarlanır.
Sözgelimi ünlü Fransız ressam Duhousset’nin, ünlü Fransız dergisi Le Tour de Monde’da (Paris,1862) ve ünlü Alman dergisi Globus’da (Braunschweig,1863) yayımlanan, „Doğanla avlanan Kürt avcısı“nı yansıtan son derece estetik bir gravürü (Resim: 5-a), yaklaşık 100 yıl sonra Tarih Konuşuyor dergisinde (Sayı:4/1964) „Bir uç beyi“ne dönüştürülür (Resim: 5-b).
Aynı yazar, L. C. Beck’in Die heutige Türkei (Bugünkü Türkiye), (Leipzig,1877/78) adlı eserinde „Kurdische Häuptlinge“ (KürtBeyleri) olarak geçen ve üsttekini bütünleyen bir başka gravürü (Resim: 6-a) ise, birkaç sayı sonra (Sayı:27/1966) bu kez „Türk serdarının hazer ve sefer kıyafeti“ künyesiyle verilir (Resim: 6-b).
„Kürt tipleri“ni, „Doğu’dan Tipler“ olarak sunmak, yaygın olarak başvurulan ilginç bir sansür tipidir. Aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi, Tarih Konuşuyor dergisi bu yola başvurmayı da ihmal etmiyor. İşte, ünlü Fransız gezgin Henry Binder’in ünlü eserinde (17) yeralan H. Danger’in „Types Kurdes“ (Kürt Tipleri) gravürü (Resim: 7-a) ve işte Bedirhan ailesinden Kürt kökenli bir tarihçi eliyle gravürün aldığı isim: „Doğu’dan Tipler“ (Resim: 7-b). (18)
Son örneğimizi, Türkiye’de tüm tarih kitaplarında ve okul duvarlarında „Yavuz Sultan Selim“ olarak sunulan, Sincar Kürtler’inden Safevi Hükümdarı „Şah İsmail Hatayî“nin bir gravüründen vermek istiyoruz. Şah İsmail’in gravürü (Resim: 8-a) ile Yavuz’un minyatür-portresini (Resim: 8-b) araştırmacı-yazar ve gazeteci Murat bardakçı’nın kısa yorumuyla vermekle yetiniyoruz. (19)
Bu nasıl „tarihi konuşturmak“sa... Tarihi böyle konuşturmaktansa, hiç konuşturmamak daha iyi değil mi?.. Ya İttihadçı anlayışla birdenbire tersyüz edilen gerçeklere ve Cumhuriyet döneminde de sürdürülen bu sansüre ve saptırmaya ne demeli?.. Yukarda yalnızca birkaç örneğini verdiğimiz bu gerçeklik karşısında, bulgu ve belgeleri sansürleyen ya da saptıranların utanması gerekmiyor mu?..
Gerici zihniyetlerin geçmişte resmi veya gravürleri yasaklamasıyla bu ziyniyetin çok mu farkı var sizce?..
PÇDK Asla Meclise Girmemeli...!
Kürdistan’da çocuk olmak
Güney Kürdistan’ın Sideka kasabasına bağlı Xinêre yaylalarına çıkan köylüler her gün ölümün buz gibi yüzüyle karşılaşıyorlar. Saddam Hüseyin’in ‘Ben gitsem de Kürdistan da milyonlarca askerim var’ dediği bölge.
Çünkü bu yaylaların tepeleri Saddam’ın Güney halkına karşı savaş başlattığı dönemde ekilen mayınlarla dolu. Manivele denilen bu mayınlara basanların en büyük parçası elleri olabiliyor. Yer yer ‘topuklu’ denilen ve basanın ayağını parçalayan mayınlar ekili.
Tüm dağların başları yasaklı bölge. Bazen hayvanlarını otlatmaya çıkan çobanlar yağmurun ve rüzgarın aşındırdığı toprakla birlikte aşağıya sürüklenen mayınlara basarak yaşamını yitiriyor ya da bacağını. Birçok tepenin başında sürüden ayrılarak mayınlı bölgeye geçen hayvanların kemikleri mevcut.
Tüm bunlara Türkiye ve İran devletinin de askeri mühimmatları da ekleniyor. Bu alan üç parça Kürdistan’ın kesiştiği yer. Bir yandan Türk ordusunun attığı havan topları, kazan ve füzeler bir yandan İran ordusunun attığı obüs ve Kaytuşalar. Önüne gelenin vurduğu Kürdistan ve tüm bunların ortasında yaşamları çalınan çocuklar.Hayvanlarını otlatmak için bu yaylalara gelen köylüler her gün ölümle burun buruna yaşıyorlar.
Saddam’ın mayınları bir yana arazi de bir sürü Türk ve İran ordusunun atmış olduğu patlamayan askeri mühimmat mevcut. Zaten patlayanlarının aldığı canları, yol açtığı hasarı anlatacak söz bulamıyoruz. Bu bombalar zamanla ya doğal koşullarının sonucu infilak ediyorlar ya da onları oyuncak sanarak oynayan çocukların ellerinde patlıyorlar.Bu bölgede çocuklar evcilik oyunlarında evlerini boş mermi kovanlarıyla örüyorlar, evlerinin kapıları da mayın parçaları oluyor. Maytap diye patlamamış havanların içinden çıkardıkları HV’lerle eğleniyorlar. Bu havanların canlarına mal olacağından habersiz.
Ölümün yaşamlarının bir parçası olmasına rağmen belki de onu da bir oyun sanıyorlardır kim bilir.Özellikle 2011 yılında İran devletinin ve 2012 yılında ise Türk ordusunun yoğun saldırıları sonucu bölge mayın tarlasına döndü.
Tek geçim kaynakları hayvancılık olan köylüler yaşamlarını sürdürmek için yaylalara çıkmak zorunda.
Her şeye Rağmen…Fotoğraftaki çocukların ellerindeki bu HV’ler. Savaşın ortasında onlara bırakılan tek oyuncak silahlar oluyor.
Hemen hemen Zomlara(bölge köylülerinin yaylalarda çadır açanlara verdiği isim)gelen tüm çocukların en büyük eğlencesi bu patlayıcılar.
Bu bölgede çocuklar doğar doğmaz askeri kuralları öğrenmek zorundalar. Dağlarının hemen karşısına pinekleyen Paygahların(İran Karakolları) karşısına düşen yaylalara gidecekleri zaman sızma yaparak ve görüntü vermeyecek şekilde hareket etmeleri gerektiğini biliyor birçok çocuk. Çok küçük yaşta ailenin sorumluluğunu almak zorunda olmalarından kaynaklı bu kuralları yaşayarak öğreniyorlar. Artık havanın sesinden ya da uçakların gürültüsünden korkmuyorlar, insanın sinir sistemini altüst eden keşif uçaklarını ise takmıyorlar bile çünkü savaş yaşamın olağanlığı olmuş buralarda.
Aramiyet ise istisna…
16 Eylül 2013 Pazartesi
KCK: Kürtleri kovmaya çalışanlar bu topraklardan kovulacak!
Kürtçe eğitim önce Kürtlerin işidir!
Kürtçe eğitim önce Kürtlerin işidir!
Günümüzde Kürt sorununun çözümü Kürdistan'ın her dört parçasında iç içe geçmiş durumda. Ortadoğu'da bundan sonra Kürt iradesinin yer almayacağı bir siyasal gerçeklikten söz edilemez. Kürtler bugünkü siyasi etki düzeyine nasıl bir çabayla ulaşmışlarsa, özgür ve özerk bir yaşamın inşasını da yine kendileri, hem de daha büyük bir toplumsal çabayla gerçekleştirecekler. Bu anlamda anadilde eğitimi de, özerk yönetimlerin inşasını da yine kendi çabaları belirleyecek; kimse onlara bir şey bahşetmeyecek!..Son yıllarda özellikle de okulların açılacağı dönemlerde Kürtçe anadilde eğitim talebiyle yoğun etkinlikler düzenleniyor. Bu eğitim yılına ilişkin TZP Kurdî boykot kararı aldı. KCK ile Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı bileşenleri de bir haftalık okul boykotu kararına destek verdi. Ayrıca, bugün Kuzey Kürdistan'ın hemen her kenti ve kasabasında kültür ve sanat merkezleri oluşturulmuş durumda. Ancak bu etkinlikler ve geliştirilen kurumların, anadilin öğretilmesi, bunun için eğitmen yetiştirilmesi, eğitim materyallerinin geliştirilmesi ve halkın anadilde eğitime motive edilmesi konusunda elle tutulur bir sonuç ortaya çıkaramadığı görülüyor. Nitekim birçok dil ve kültür kurumunun işlevsizlikten kapalı olduğu da herkesin bildiği bir gerçek. Yani devlet, Kürtçeyi folklorik bir figür gibi ele alıp kamulaşmasını engellemeye çalışırken, Kürtlerin etkinlikleri ise devlete alternatif olarak, Kürtçeyi toplumsal yaşamda etkili kılmaktan uzak…Bu sonucun, devletten beklentili olma yaklaşımıyla bire bir ilgili olduğu görülüyor. Yalnızca talep etmek, imza toplamak ve okulları boykot etmek belki konuyu gündemleştirmek ve iktidar üzerinde bir baskı oluşturma anlamında etkili olabilir ama tek başına Kürtçe anadilde eğitimi getirmez. AKP Hükümeti, bundan sonra da Kürtçe anadilde eğitimi engellemek için her tür cambazlığı yapmaya ve Kürtleri oyalamaya devam edecek. Bu açıdan, Kürtçe anadilde eğitim, devlete adım attırma çabasının yanısıra, ancak Kürtlerin bizzat işi ele almaları ve eğitmenler yetiştirip kendi alternatif eğitim kurumlarını işlevli kılmalarıyla gelişecek… (kaynak yeniözgürpolitika.)
Bayık: Okulların içini boşaltma zamanı geldi
Bayık: Okulların içini boşaltma zamanı geldi
HABER MERKEZİ16.09.2013 10:24:43KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, anadilde eğitim konusunda yaşanacak zihniyet değişiminin Türkiye’de Kürt sorununun çözümünü de kolaylaştıracağını söyledi. Bayık, “Toplumsal bir tutum gösterme ve okulların içini boşaltma zamanı gelmiştir. Siyasi görüşü ne olursa olsun Kürtler okulları felç ederek anadilde eğitimi kaçınılmaz kılmalıdır” dedi.KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, Azadiya Welat’ta yayınlanan “boykot en değerli demokratik eylemdir” başlıklı Kürtçe köşe yazısında, okul boykotu ve anadilde eğitim talebini konu aldı.21. yüzyılda anadilde eğitim yasağının sürüyor olmasını, ‘Kürtleri kültürel soykırıma uğratmakta ısrar’ olarak tanımlayan Bayık, anadilde eğitim konusunda yaşanacak zihniyet değişiminin Kürt sorununun çözümünü de kolaylaştıracağını söyledi.Bayık, “Siyasi görüşü ne olursa olsun, Kürtler okulları felç ederek anadilde eğitimi kaçınılmaz kılmalıdır. Bu okulların amacı ve anlamı iyi ortaya konulmalıdır. Artık böyle bir toplumsal tutum gösterme ve okulların içini boşaltma zamanı gelmiştir. Türk devletinin kültürel soykırım zihniyetinin kırılma anı da böyle gerçekleşir” dedi.Bayık’ın yazısı şöyle:“Kürt aileleri ve çocukları bir hafta okulları boykot ederek Kürtçe anadilde eğitim taleplerini dile getirecekler. Kürtlerin tümünün talebi olan ve Türkiye kamuoyunun önemli bir bölümünde de kabul edilen anadilde eğitim bir daha gündeme oturacak. Türkiye'nin soykırımda ısrar etmesinin en somut ifadesi olan anadilde eğitim yasağının gayrimeşru olduğu bir daha gözler önüne serilecek. Bu kadar gayrimeşru bir yasağı uzun süre sürdürmek zordur.'Böyle bir yasağın Türk halkına ve Türk çocuklarına getirildiğini bir an düşünmek bile bu yasağın ne anlama geldiğini gösterir. Bundan daha ağır zulüm ve insanlık dışı uygulama olamaz. Eğer hala Türkiye'de uygulanıyorsa bu, Türk toplumunun hak, adalet ve eşitlik konusunda ne kadar duyarsız hale getirildiğini ortaya koyar. Türk devleti Türkiye halkını da böyle bir töhmet ve ayıp altında tutmaktadır. Devlet ve hükümetler suçludur, ama devletin politikalarına sessiz kalanların da bu durumdan sorumlulukları vardır.21.yüzyılda Türk devleti hala anadilde eğitim yasağını sürdürüyorsa bunun açık anlamı, Kürtleri kültürel soykırıma uğratmakta ısrarlı olmasıdır. “Anadilde eğitim milleti böler” demek, Kürtlerin Türkleştirilmesi sonuna kadar sürdürülecektir anlamına gelmektedir. Bu suçu dünyada bu kadar açıkça savunan başka bir ülke kalmamıştır. Dünyanın gözünün içine baka baka “Ben bu sorunu çözmem” diyorsa, bu nedenledir.Türkiye anadilde eğitim konusunda zihniyet değişimi yaşarsa Kürt sorununun çözümü de kolaylaşır. O zaman Kürtlerin kendi kendini yönetmesine de itiraz edemez. Kürtlere kendini yönetme hakkını verirsek kültürel soykırımı sürdüremeyiz biçiminde düşünmektedirler. Bu açıdan bu iki temel hakkın tanınması iç içe geçmiş bulunmaktadır. Günümüzde demokrasi toplumların kendi kendini yönetmesi olarak anlaşılmaktadır. Yoksa sadece seçimle yönetimin belirlenmesine artık demokrasi denmiyor. AKP'nin demokrasiyi sadece sandıktan çıkan oy olarak anlaması, demokrasiden hiçbir şey anlamaması kadar demokrasiyi inkar etmesidir.Demokratik hiçbir ülke anadilde eğitimi yasaklayamaz. Eğer bir yerde topluluklar kendi anadilleriyle eğitim yapmıyorsa orada demokrasi yoktur. Sadece diktatörler, hem de şovenist faşist diktatörler anadilde eğitimi engellemeye çalışırlar. Türkiye'de hala bir otoriter baskıcı rejim bulunmaktadır. Başbakan her gün yaptığı konuşmalarla demokrasi karşıtı olduğunu ortaya koyuyor. Her ne kadar “Benden diktatör olmaz” dese de bu bir demagojidir. Diktatör olanların dört ayağı, dört eli yoktur. On bin Kürt siyasetçi içerdeyse bundan daha açık diktatörlük olamaz. 24 Nisan’da başlatılan Ermeni soykırımında bile insanlar bu kadar tutuklanmamıştır. Diktatörlerin en önemli özelliği muhaliflerini zindanlara doldurmaktır. AKP bunu çok açık yapıyor. Hatta dünyada hiçbir hükümetin yapmadığı kadar insanları siyasi nedenlerle tutuklamaktadır. 12 Eylül’de bile bu kadar uyduruk gerekçelerle tutuklamalar olmamıştır.Dünyada hangi diktatör “Kadın da olsa, çocuk da olsa gereğini yaparız” demiştir. Ancak faşist diktatörler bu kadar pervasız olabilir. Hiçbir temele dayanmayan binlerce tutuklu varsa orada faşizm ve diktatörlük vardır. Sadece faşist diktatörlüklerde anadilde eğitim yasağı görülebilir.İNKAR VE ASİMİLASYON BİTECEKSE ÖNCE ‘AND’ KALDIRILMALIÇocuklar bir hafta okula gitmeyecek. Aileler ve çocuklar Milli Eğitim Müdürlükleri önüne yürüyüş düzenlemenin yanında Türkçe andı da protesto edecekler. Hala okullarda Türklük andının okutulması AKP zihniyetini ve gerçeğini gösteriyor. İnkar ve asimilasyon bitseydi buna ilk önce Türklük andını kaldırmakla başlarlardı. Türklük andının okutulduğu yerde kim inkar ve asimilasyonun bittiğinden söz edebilir? Türklük andı ne anayasa ne de yasalarda yer alır. AKP bir genelgeyle hemen kaldırabilir. Ama yapmıyor. Çünkü AKP, CHP ve MHP dil konusunda aynı zihniyettedirler. Nitekim anayasa tartışmalarında dil konusunda bu üç parti ortak davranmaktadır. Her üç parti de “Anadilde eğitim ülkeyi böler” düşüncesindedir.Kürtler okul boykotuna yüksek katılım göstererek ve güçlü protestolar yaparak bu üç partinin karakterini gözler önüne serecektir. Bu yılki anadilde eğitim kampanyası güçlü geçecek ve hükümeti daha fazla zorlayacaktır. Sadece devlete ve hükümete değil, herkese anadilde eğitim olmadan demokrasinin olmayacağı gösterilecektir. Bu nedenle bu seneki boykot çok önemlidir. Eğer hükümet bu konuda adım atmazsa gelecek sene bir hafta değil, bir ay boykot yapılabilir. Daha sonra da ne olursa olsun okul boykotunu daha uzun ve kapsamlı planlayarak kültürel soykırım fiili olarak durdurulmalıdır. Siyasi görüşü ne olursa olsun, Kürtler okulları felç ederek anadilde eğitimi kaçınılmaz kılmalıdır.Tüm Kürtler bu okulların ne olduğunu iyi bilince çıkarmalılar. Bu okulların amacı ve anlamı iyi ortaya konulmalıdır. Çocuğunu Türkçe eğitime gönderenler giderek kendilerini Kürt toplumunun baskısıyla karşı karşıya bulmalıdır. Böyle bir iklim yaratılırsa hiç kimse çocuklarını Kürtçe okula göndermez. Amiyane deyimle mahalle baskısı altında kalır, çoğunluğun yaptığı gibi çocuklarını okula göndermezler. Artık böyle bir toplumsal tutum gösterme ve okulların içini boşaltma zamanı gelmiştir.Türk devletinin kültürel soykırım zihniyetinin kırılma anı da böyle gerçekleşir. Bu nedenle halkımız ve tüm demokrasi güçleri okul boykotunu önemsemeli ve gereklerini yerine getirmelidir.”
Bir ‘kaçış’ hikayesi: Rojava nasıl boşaltılıyor? HALİL DENİZ - EFRİN / KİLİS16.09.2013
Bir masanın etrafında toplanmış biri çocuk, toplam beş kişiyiz. Hiç konuşmadan, sessizce oturuyoruz. Sanki zaman durmuş, yaşam donmuş gibi... Karanlık çöktü, uzaktan belli belirsiz köpek havlamalarından başka bir ses yok! Göz ucuyla 'yol arkadaşlarımı' süzüyorum, hepsi derin düşüncelerde!Karanlık iyice çökünce elektrik kesik olduğu için jeneratör çalıştırılıyor ve artık sadece jeneratör sesi var bu hayatta.Bu masanın etrafında toplanmış bizler, daha önce bir birini hiç görmeyen, tanımayan ve yarın sabah muhtemelen bir daha asla göremeyecek, karşılaşamayacak olan bizler, hepimizin birbirinden farklı bir hikayesi mi var yoksa hepimiz paramparça edilmiş bir ülkenin hikayesinin birer parçası mıyız?Sanki bir filmin dondurulmuş bir sahnesi gibiyiz.Bizi bu masanın etrafında toplayan tek neden; yarın sabah hep birlikte sınırdan yapacağımız toplu 'kaçış'tır.Uyku tüm ağırlığıyla göz kapaklarıma çöktü ama aklım fikrim yarınki 'kaçış'ta...Bir süreden beri Rojava Kurdistan'ındayız.Suriye'de savaş, iç çatışmalar, kaos, egemenlerin karanlık politikaları tüm yıkıcılığıyla sürerken bölgenin en güvenli, savaşın yıkımını yaşamayan yeri Rojava bölgesidir.Fakat bir süreden beri başta Türkiye olmak üzere bölgenin diğer bazı devletleri sistemik olarak kendine 'cihadçı' diyen radikal islamcı çete gruplarını ağır silahlarla donatıp Rojava üzerine sürüyor.Son zamanlarda Rojava'ya saldırılar artarken bir diğer taraftan 'savaş' gerekçe gösterilip Rojava'daki Kürt halkını göçe zorlama politikaları geliştiriliyor. İnsanlar, Türkiye ve Güney Kurdistan bölgesine gönderilmek için çok kirli politikalar uygulanmaktadır.Aslında Rojava'da halkın göç etmesini gerektirecek çok kötü bir durum yok.Çünkü şu an bile Suriye'nin en güvenli, en huzurlu bölgesi Rojava. Çete gruplarının yoğun saldırılarına rağmen Rojava'nın iç kesimlerinde bir savaş durumu yok, yerleşim alanları son derece güvenli, yaşam tüm renkliliğiyle sürmekte.Bunu sağlayan ise halk savunma güçleri YPG ve YPJ. Çete saldırılarından çok önce kentlerin, nahiyelerin, köylerin savunması için tedbirlerini alan savunma güçleri, yapılan tüm saldırıları şehir dışında karşılayıp bertaraf edebiliyor. Çok güçlü bir savunma şeridi oluşturulmuş önceden. Ve çetelerin tüm gayretlerine, dış ülkelerin desteğine, propagandasına rağmen savaşı Rojava'nın iç kesimlerine bulaştırmamayı başarıyorlar.Peki, hal böyleyken neden bazı insanlar Rojava'dan göç ediyor?Bu konuda Rojava'da günlerdir görüşmeler yapıyoruz, bir çok kişi ve kurumla görüştük.Yaptığımız tüm görüşmelerde bize anlatılan aşağı yukarı aynı: Rojava'da göç edenlerin farklı sebepleri var, sebep kesinlikle güvenlik ya da savaş değil.Ve bu konuyu aydınlığa kavuşturan aslında YPJ komutanlarından Avesta Cotkar’ın şu sözleriydi: Bir savaş durumunda insanların can kaygısını anlayabilirim. Bu insani, son derece normal bir şeydir. Fakat bugün Rojava'da kaçanların durumu farklı bir durumdur. Bu kaçanların canına mal olabilecek bir savaş yaşanmıyor ki şehirlerimizde. İnsanlarımız normal işine, bahçesine gidip çalışıyor. Evet doğrudur, Suriye'deki durumdan, bize uygulanan ambargodan ötürü bazı ekonomik sıkıntılar, yönetim boşlukları, bazı küçük aksaklıklar yaşanıyor ama bu, vatanını, toprağını bırakıp kaçmak için bir neden değildir. O kaçan insanlar nereye kaçıyor? İstanbul ve diğer metropollere kaçıyorlar. İnsanlık dışı koşullarda yaşamayı kabul ediyorlar. Neden? Neden ülkeni, evini bırakıp kaçıyorsun? Kaçtığın yerde çok mu daha iyi şartlarda yaşıyorsun? Hayır, tam tersine, en pis işlerde seni bir köle gibi çalıştırıyorlar. Özellikle başka yaşamlara özenen genç erkekler kaçıyor. Ailesini bırakıp kaçıyorlar. İstanbul'a gidip 'biz savaş mağduruyoruz, bize yardım edin' diye insanlara el açıyorlar. Senin ülken burası, ülkene sahip çık, onurlu yaşa. Açlıktan kimse ölmemiş. Ha başka milletlerin kölesi, hizmetçisi olarak yaşayacağına burada açlıktan ölmek daha şereflice değil mi? Buradan İstanbul ve diğer şehirlerdeki Kürt halkına sesleniyorum: Gelip sizden yardım dileyen özellikle genç erkeklere tek bir soru sorun; Madem savaş var neden orada ülken için savaşmadın da bir korkak gibi kaçıp buraya geldin? Ve mümkünse onlara yardım olarak sadece ve sadece geri dönecekleri bir bilet alınsınlar.Evet, kısacası durum buydu.Peki, bu kaçan insanlar nasıl kaçıyordu?İşte bunu öğrenmek için bizim 'kaçış' hikayemize dönelim.Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerimi açtım, Saat çok erkendi. Artık gün aydınlanmış, köpek havlamaları durmuş, bunun yerine köyün horozları ötüyordu.Gün ağardığında sınırın ne kadar da yakın olduğunu görüp şaşırdım. Hemen karşımız Kilis'in köyleriymiş!Dün birlikte buraya geldiğimiz kadın gazeteci arkadaşım da geldi bize katıldı. Hızlıca arabalara atlayıp sınırı geçeceğimiz noktaya doğru ilerliyoruz toz duman içinde. Bir pikabın kasasında bir aileyle birlikte başladı yolculuk. Kısa bir ilerlemeden sonra şöfor aracı durdurup 'hadé hadé' diye hızlı hareketle ileri doğru koşmamızı söyledi. Arabadan inince ağaçlık alanda bizden başka insanların olduğunu da gördük. Onlar da ellerinde bohçalar, çantalarla gizlendikleri ağaçların altın çıkarak bizim şoförün gösterdiği yöne doğru koşmaya başladılar.Küçük bir çukurun başına gelip tek tek, yerle bir olmuş tel örgülerin üzerinden atlamaya başladılar. Atlayanlar ‘kaçış’ı başarıyordu. Ben en arkada kalarak fotoğraf çekmeyi tercih edip sakince olan biteni anlamaya çalışıyordum. Tel örgülerinin öte tarafında iki tane beyaz renkli, sivil araç bekliyordu. Şebekenin karşı yöndeki ayağını oluşturan taksiciler olduğunu biraz sonra anlayacaktık. O araçların şoförleri de 'çabuk çabuk' diye insanlara hızlı hareket etmelerini söylüyordu. İnsanların yaklaşık yarısı tellerden geçtikten sonra silah sesleri geldi. Silah sesi gelince insanlar korkup tedirgin olmaya başladı. Karşıya geçmeye çalışan bir kaç kişi tekrar Suriye yönüne, geriye kaçtı. Bizi getiren şoför onlara kızıp ısrarla silah seslerine aldırmadan tel örgülerini aşıp karşıya geçmelerini bağırarak emrediyordu. Silah sesleri arttı, yaklaşmaya başladı ve yukarıdan bir Türk askeri göründü. Elindeki G3 silahıyla ateş ederek koşan asker, beyaz araçların yanına geldi. Onlara Türkçe, geçmenin yasak olduğunu bağırarak söylüyordu ama geçenlerin hiçbiri Türkçe bilmiyordu. Aşağıdan bir asker daha geldiğini görünce artık gidip askerlerle konuşmaya karar verdim. Aşağıdan gelen asker de bize bağırıp sakın telleri aşıp karşıya geçmememizi istiyordu. O da havaya ateş etmeye başladı. Gözümü karartıp telin üzerinde atlayarak yanına gittim ve ona ateş etmemesini söyledim. Asker de bizim gibi toz dumana bulanmıştı, üstü başı perişan haldeydi. Kulağımın dibinde sürekli ateş ediyordu. Ona bir kere daha ateş etmemesini söyleyince Türkçe konuştuğumu duydu ve ‘kimliğin var mı’ diye sordu. Çıkarıp basın kartımı gösterdim. Gazeteci olduğumuzu söyledim ve hala karşı tarafta kalan diğer gazeteci arkadaşıma izin vermesini söyledim. Ama asker ısrarla benim de karşıya geçmemi istiyordu. Ona, bir Türkiye vatandaşı olarak şuanda Kilis topraklarında bulunduğumu ve yasal olarak özgürlüğümü kısıtlayıcı hiçbir hakkının olmadığını hatırlattım. Ayrıca gazeteci olarak burada şahit olduğum her şeyi kayıt altına aldığımı ve komutanıyla görüşmek istediğimi söyledim. Bunun üzerine asker sinirlenerek ‘s… bu devleti de, bu askerliği de, o…. ç…. Kendileri yukarda keyif yapıyorlar burada beni milletin üzerine sürüp askerliğimi yakacaklar’ şeklinde küfür edip silahını yere fırlattı. Bu arada gazeteci arkadaşım da bu tarafa geçti. Orada bekleyen araç sahipleri hemen araçlara binip gitmemiz gerektiğini söylediler. Araçlara binip gitmeye çalışınca bir askeri aracın önümüzü kestiğini gördük. Beraberindeki askerlerle araçtan inen bir komutan önce, o biraz önce sinirlenip silahını yere atan askerle bir şeyler konuştu sonra da yanımıza geldi ve araçlardan inmemizi istedi. İndik. ‘Aranızda Türkiye vatandaşı gazeteciler varmış, kimliğinizi gösterin’ dedi. Kimliğimizi gösterdik. Telefonla üst komutanını aradı, bir süre konuştuktan sonra geçişimize izin verdi. Bu arada araç sahipleriyle birbirlerini iyi tanıyorlarmış gibi çok samimi şekilde konuştuklarına şahit olduk. Arabalara tekrar binerek Kilis’e doğru yola koyulduk.Araca binince araç sahibi gülerek küfür etti, sonra da ‘bıktım her gün aynı tiyatroyu oynamaktan’ dedi.‘Ne tiyatrosu’ diye sorunca başladı anlatmaya: Abi bunlar tamamen tiyatro. Her gün aynı sahneyi yaşıyoruz. Bunların patronları Ankara değil mi? Karar orda alınıyor. Suriye tarafından bütün köylüleri bu tarafa geçirdiler. Neredeyse kimse kalmadı o tarafta. İnsanlar o taraftan bu tarafa geçmeye çalışınca da biraz önce yaptıkları gibi gariban erlere kurşun sıktırıp, yasakmış gibi insanlara önce eziyet ediyorlar sonra paşa paşa geçiriyorlar. Bak abi ben bu işi yapıyorum hergün. Kilis’ten sivil arabamı alıp sınıra geliyorum, doldurup garaja götürüyorum. Geçişlere izin vermeyen devlet olsa her şeyden önce ‘hergün sınır tellerinin orada ne işin var lan’ diye bana hesap sorar. Ama işin rengi başka. Biz zaten bu gariban askerlerin üstlerini görüyoruz, adam sakalını (para) alıyor, Ankara’nın resmi siyaseti de zaten geçişlere izin veriyor, ee sen burada neye hergün kurşun sıkıyorsun be gariban kardeşim. Başbakan her gün kendisi açıklamamıyor mu şu kadar mülteci yardımı yaptık, şu kadar çadır kent kurduk falan. Ee hal böyleyken bize ne tiyatro oynatıyorsun arkadaş. Sen, ben, diğeri, ötekisi hepimiz yolumuzu buluyoruz daha ne olsun?Kilis’e girdik, şehirlerarası terminale doğru ilerliyoruz. Terminale varınca bizim gibi ‘kaçışı başarmış’ yüzlercesinin de orada olduğunu gördük. Ortalıkta çok sayıda insan simsarı da vardı. Herkes bir yerlere, belirsiz bir yaşama doğru yol almak için simsarlarla konuşuyordu…Share on bloggerShare on twitterShare on facebookMore Sharing Services0Bir ‘kaçış’ hikayesi: Rojava nasıl boşaltılıyor?
15 Eylül 2013 Pazar
Rojava'ya yönelik planların son hamlesi-Seyit Evran
SEYİT EVRAN15.09.2013 09:11:08Rojava’ya yönelik Radikal İslamcı grupların başlattığı saldırıların üzerinden üç ayı aşkın bir zaman geçti. Bu seferki saldırılar Rojava ile Arap bölgelerinde bulunan tüm Kürt köy, belde ve nahiyelerini kapsayan bir şekilde başlatılmıştı. Saldırılara paralel yaşanan bazı gelişmelere göz atalım: Sêmalka sınır kapısının kapatılması, Suriye Koalisyonunun İstanbul’da yaklaşık bir hafta süren ve başkanını değiştiren toplantı, ardından sözde ÖSO yöneticilerinin Antep’te gerçekleştirdikleri toplantıda çıkarılan planlamalar ve son olarak ENKS’nin Suriye koalisyonuna katılması…ENKS’nin Suriye koalisyonuna katılması saldırıların son perdesi oldu. Tabii ki bu son perde uluslararası, bölgesel ve Türkiye ile Kürt ilkel milliyetçi güçlerinin maskesini düşürdü. Saldırılarla neyin amaçlandığı ve hangi güçlere hangi rolleri verdikleri ortaya çıktı.Saldırıların temel amacının Kürdün irade olmasının, tarihsel temelleri olan Rojava devriminin kazanımlarının önüne geçmek olduğu artık çok net.ABD, Fransa İngiltere gibi uluslararası güçler başından beri bu devrime karşıt politikalar izlediler.Suuudi Arabistan, Katar, Ürdün gibi Suriye üzerine hesapları olan bölgesel güçler de öyle. Ürdün tıpkı Filistin davasında izlediği politikayı izlemek istiyordu. Suudi Arabistan ise, Irak’a müdahaleyle birlikte teslim olduğu ABD çizgisini islami kimliğiyle bölgeye taşımak ve bu nedenle Suriye üzerine kendisine de pay verilmesini istiyor. Bu yüzden baştan itibaren bölgede izlediği politikada ABD ile ittifak halindedir. Rojava Devrimi söz konusu olduğunda diğer iki önemli güç ise, Türkiye ve Güney Kürdistan Bölgesel yönetimidir.AKP yönetimindeki Türkiye yıllardır Kürdü inkar ve imha siyaseti izledi. Suriye üzerine izlediği sözümona politikalar da, aslında Rojava’ya dönük politikadır. O yüzden Suriye Muhalefetine verdiği destekte yeni bir Suriye’nin kurulmasından çok, Rojava devrimini başarısız kılmak üzerine planlar yaptı.Geçen seneden bu yana Rojava’ya yönelik geliştirilen saldırıların hepsinin planlarının Türkiye’de yapılmış olması bunun en iyi kanıtı. Geçtiğimiz yıl Halep Eşrefiye’den başlayıp Afrin’e bağlı Kastel Cindo Ezidi köyüne yönelik Türkiye istihbaratının bir elemanı olduğu tüm yöre halkı tarafından bilinen Ömer Dadiği’ye kurdurduğu Asifet Şimal Grubuyla saldırmasıyla devam eden; ardından Serêkaniyê’ye yönelik saldırılarla sürdürülen tüm bu saldırıların planlarının Urfa’da yapılan toplantıda karar altına alındığı artık biliniyor.Ancak Rojava halkı ve savunma güçleri bütün bu saldırıları boşa çıkaran bir direniş sergiledi. Saldırılar sadece askeri alanda değil, asıl siyasi alanda planlanmıştı. Güney Kürdistan yönetimi Rojava’da hiçbir etkinliği olmayan siyasi partilerle bir oluşuma giderek PYD’yi dışında bırakmak istedi. İşte ENKS, Rojava Halk Meclisine karşılık oluşturulan bu sürecin ürünüdür. Güney Kürdistan bölgesel yönetimi bu oluşumla bir sonuç elde edemeyince bir süre sonra iki meclisin ortaklaştığı bir oluşuma evet demeye mecbur kaldı. Kürt Yüksek Konseyi de böyle oluştu. Ancak buna rağmen siyasi planda oyunlar devam etti.Bölme, parçalama planıPlan ABD onayı ile Rojava’nın ikiye bölünmesiydi. Cizîr ile Kobanê ve Efrin biçiminde iki parçaya bölünmesiydi. ABD koordinatörlüğünde yapılan Rojava’yı bölme planına göre petrol bölgeleri olan Cizîr, -ki özelilkle Rimelan ve Derik alanı-KDP’ye, tarım alanı olan Kobanê-Efrin de Türkiye’ye bırakılacak biçimde bölüşüme gidilmiş. Saldırıların hepsi bu bölüşümü gerçekleştirme planına göre yapılıyor.Geçen yıl sonbaharda başlatılan saldırılar Gir Ziro, Rimelan ve Tirbespiyê ile Çıl Axa Kürtler tarafından özgürleştirildikten sonra daha farklı boyutlarda sürdürülmeye başladı. Zira bu alanlar petrol alanıdır. Ve ABD’nin onayı ile KDP’ye bırakılması düşünülen alandır. O yüzden buralara yönelik saldırılar daha planlı, daha farklı taktik ve yöntemlerle geliştirilmeye başladı. Bu planı gerçekleştirmek için Mart ayında Kürtlerin dikkatini Halep’e çekmek için önce Halep’teki Kürt mahallelerine yönelik saldırılar başlatıldı. Kürtler oradan göçertildi. Ardından Mayıs ayı sonlarında ÖSO adına hareket eden çete grupları Halep’te rejime karşı sözüm ona verdikleri savaşı adeta durdurarak Efrin bölgesine -yöneltmeye başladılar. Burada da amaç Kürtlerin dikkatlerini Efrin üzerine çekip Rimelan’ı ele geçirmekti. Ancak bu saldırıların hepsi ABD-AKP ve KDP işbirliği ile yapılan planlardı. Ve uygulanması için de çeşitli politikalar izlenerek yürütülmek istendi. Sêmalka sınır kapısı üzerinde yaratılan suni gerginlikten sonra kapının kapatılmasıyla başlatılan ambargo ile plan devreye sokuldu ve devam etti.Devreye sokulan plan ABD ve BM tarafından terörist ilan edilen El Kaide’ye bağlı gruplarla Türkiye ve KDP desteğinde Cizîr alanına saldırtmak oldu. Serêkaniyê’den başlayıp Derik’e kadar uzayıp giden bu saldırılarda çete grupları herhangi bir başarı elde edemeyince bu kez Cerablus-Azaz-Halep üç geninde Arap bölgelerinde yaşayan Kürtlere yöneldiler.Üçgendeki Kürt köy, kasaba ve beldelerine yönelik saldırıların başını çeken KDP denetimindeki Azadi ve El Parti’ye bağlı gruplar öncülük etmişti. Son saldırıların tamamı Kürtlerin Rojava’da “kendi geçici yönetimimizi oluşturmayı düşünüyoruz, bunun için çalışmalar yürütüyoruz” açıklamasından sonra başladı. Açıklamaya ilk ve en açık tepki Türkiye’den geldi. Sınırlarımızda tehlikeli gelişmeler var denildi. Ondan sonra açık bir şekilde ÖSO’ya bağlı olduğunu söyleyen çete gruplarına Antep’te toplantı yaptırarak Kürtlere yönelik çıkardığı saldırı planını önlerine koydu ve bu plan dahilinde saldırılar başlatıldı.Til Eran, Til Hasıl, Kubbeysin, Kefer Ziğir, Nêrebiyê, Sed Şehap mıntıkası ve 117 köyde gerçekleştirilen katliamların arkasında El Parti ve Azadi partisinin işbirliği çıktı. KDP ve Kürdistan bölge başkanının bu bölgelerde katliam yapılmamış, yaşanan iki güç arasındaki çatışmalardır biçimindeki açıklaması bu plana ortak olduklarının en açık göstergesidir. Hangi güçler arasındaki çatışmalardır diye bir soru sorulursa bölge başkanının cevabı ne olacak katliama uğrayan aileler merak ediyor.Ortaklığın diğer parçası ise saldırılara paralel olarak yapılan bombalalardırRojava’nın çeşitli bölgelerinde El Kaide’ye bağlı gruplarla çatışmalar sürerken, El Parti ve Azadi bu saldırıları içten desteklemek için girişimlerde bulundu. Zaten Efrin’e yönelik saldırılarda çete gruplarıyla anlaşma yapılarak, “siz dışarıdan saldırın biz de içten başlatırız” denildiği biliniyor. Bu plan gereği, Efrin ve çevresinde bazı bombalama eylemleri gerçekleşti. Qamişlo’da daha önce benzer bombalamalar gerçekleştirilmişti. Kürt siyasetçi İsa Heso arabasına yerleştirilen bir bomba sonucu, suikastle yaşamını yitirdi.Benzer girişimler Efrin’de de devreye koyuldu ancak başarıya ulaşamadı. 22 Ağustos’ta ise yeniden bombalı saldırılar başlatıldı. Efrin’de ilk bombalama Toplumsal Alan olarak bilinen sivil toplum kuruluşuna yönelik gerçekleştirildi. Bu bombalamada bir anne ile ikisi kız, üç çocuğu yaşamını yitirdi. Yaklaşık bir hafta sonra Özgür Basın Akademisi’ne yönelik bir bombalı saldırıda bulunuldu. Bu bombalamada sadece maddi hasar meydana geldi. Efrin Asayiş ekipleri yaptıkları operasyonla bombalamaları gerçekleştirilenleri yakaladı. Yakalanan saldırganların hepsi El Parti üyesi çıktı ve patlattıkları bombaları da El Parti Efrin merkezinden aldıklarını itiraf ettiler. Yine bu itiraflar içinde El Parti ile Azadi partisinin El Parti merkezini birlikte kullandıkları ortaya çıktı. Bu her iki partinin genel başkanları şimdi Hewler’de bölgesel Hükümetin yanında kendilerine tahsis edilen yerlerde kalıyorlar.Amaç Göç Dalgasını HızlandırmakTüm bu gelişmeler yaşanırken, geçen yıl yaşanan bir gelişmeyi akılda tutmakta fayda var; 19 Temmuz Devriminden sonra Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından Hewlêr Konsolosluğuna gönderilen bir yazılı talimat ele geçirilmişti. Belgede yer alan maddelerin başında Rojava halkının göçertilmesi yani Rojava’nın insansızlaştırılması yer alıyordu. Bu politikanın vücut bulması için bir yandan Türkiye öte yandan Türkiye ile birlikte hareket eden ve Türkiyenin tetikçliğini yapan gruplar tarafından bir yandan da Güney Kürdistan bölgesel yönetimi Rojava’ya ambargo uyguladılar. Bu şekilde göç dalgasına giden zeminin temeli atıldı. Yaklaşık bir yıldır süren ambargo ile birlikte askeri saldırılar başlatıldı. Bu saldırılarla halkta moralsizlik yaratılacak, başta ilaç olmak üzere gıda maddelerinin yokluğu baş gösterecek; toplumsal bir kaos ve bunalım çete gruplarının saldırıları ile birlikte içte geliştirilen bombalı saldırılarla yaratılacak. Ayrıca basın yayın organları ile özel savaş yöntemleriyle burada yaşam kalmadı, hiç bir şey bulunamıyor gibisinden propagandalarla halk göç zorlanacaktı. Ki bu yaygın bir biçimde yapıldı. Ve tam da böyle bir süreçte sadece göç için sınır kapısı birkaç günlüğüne açıldı. Türkiye tarafından da resmi olmayan bir tarzda sınırlar sadece göç için açık tutuldu. Birkaç gün içinde binlerce insan Güney Kürdistan’a ve Türkiye’ye göçertildi. Gerçekleştirilen bombalamalarla bu göç dalgası arttırılmak istendi. Amaç Suriye genelinde en güvenlikli alan Rojava kent ve köylerinin güvenlikli alanlar olmadığı hissini insanlarda uyandırmaktı.Kürtler bütün bunların farkında....ABD-Türkiye-KDP ortaklığı temelinde Rojava geneline yönelik gerçekleştirilen saldırılar her geçen gün biraz daha belirginleşiyor. Rojava halkı amacın ne olduğunun farkına varıyor. Son olarak ENKS’nin Suriye Koalisyonuna katılımının da İstanbul ve Hewler’de gerçekleştirilen toplantılarla alınan kararlar olduğu bilincine varıyor. Bunun Rojava’ya yönelik paylaşım planlarının somut adımı olduğu biçiminde siyasi çevreler, aydınlar ve halk tarafından tartışma konusu oluyor. Serêkaniyê’den başlayıp Halep yöresinde Kürtlere yönelik gerçekleştirilen saldırıların tamamında bu ortaklığın payı olduğu belirtiliyor. Tüm bu planlardan söz ederken, ABD’de yaşayan Fethullah Gülen’in de rolü göz ardı edilmemeli. Serêkaniyê’den Halep’e kadar tüm saldırılarda Fethullah Tugayı’nın yer alması da tesadüf olmasa gerek!