30 Kasım 2012 Cuma

Batı Kürdistan'dan yeni izlenimler, Amed Dicle yerinde Serekaniye'yi gördü, yazdı

Serêkaniyê...- Amed Dicle

Amed Dicle
11:10 / 30 Kasım 2012
Amûde’den Serêkaniyê’ye doğru gittiğinizde, yolun sağ tarafında demiryolu, sınır telleri ve yüz metrede bir Türk askerlerine ait mevziler...

Bin kilometre uzunluğunda olan bu hat, bir sınır hattından çok öte, 90 yıllık bir yaradır. Acısı hiç bir zaman dinmemiş ve her daim kanamış bir yara.

Serêkaniyê’de bir akşamüstü misafir bulunduğumuz evin balkonunda, Ceylanpınar tarafını izliyoruz. 'Resmi sınır'ların öte yanında, sokaktaki insanlar görülüyor. Bu kadar yakın ve bu kadar imkansız bir şey yok. Bir halk için bundan daha öte bir acı da.

Ev sahibimizin hikayesi de bu acıyla örülü binlercesinden sadece bir tanesi ve onlara göre ne kadar da ‘olağan’.

Sınır hattı çizildiği sırada kardeşlerin bir kaçı demiryolunun bu tarafında, bir kaçı öteki tarafında kalıyor.

Ancak demiryolu ‘iki ayrı’ ülkenin sınırı olunca, ev sahibimizin dedesi Serêkaniyê tarafında kalıyor ve bir daha sınırın öte yanında kalan kardeslerini, cocuklarini, torunlarını göremiyor.

Onun çocukları, aynı sokağın farklı devletlerinde yaşıyor. Tıpkı başka kardeşler, başka akrabalar, başka dostlar ve arkadaşlar gibi.

Tıpkı Qamişlo, Kobanê ve hat boyunca sıralanan diğer Kürt kentleri gibi.

Zorla çizilen bu hat, her iki tarafında yaşayan Kürtlerin canını acıttı ama onları rehin alamadı. 90 yıl geçmesine rağmen, sınır; sadece demir bir yol ve dikenli tellerden ibaret bir nesne olarak orada duruyor.

Ve Serêkaniyê’nin tam da ortasından geçiyor.

40 bin nüfusluk bu şehirde yoğunlukta Kürtler olmak üzere, Araplar ve Asuriler de yaşıyor. Asuriler öteden beri orada yerleşik. Araplar ise 1960-70’lerde Baas rejimi tarafından sistematik olarak bölgeye yerleştirilmiş.

Suriye Devrimi başladığında Asuriler nötr bir tutum belirlediler. Arap aşiretler ise kendi aralarında çelişki yaşıyorlar. Kürtlerle çok iyi olanlar da olduğu gibi, Türkiye devletiyle çalışan aşiretler de var. Yanı sıra; tarafsız durumunda kalanlar da yoğunlukta. Yani kolektif bir Arap gücü yok bölgede.

Suriye ve Batı Kürdistan’daki politikaları boşa düşen Türk devleti, şimdi de bölgede istikrarsızlık yaratmak için bu kültürel ve coğrafik özelliklerinden dolayı Serêkaniyê’yi bir savaş meydanına çevirme hesapları peşinde dolaşıyor.

Serêkaniyê Batı Kürdistan'ın en stratejik kenti değil ama Batı Kürdistan'a girmenin en stratejik kapısıdır.

Zira şehir Cizîr bölgesinin son durağıdır. Dêrik'ten başlayan Cizîr bölgesi burada bitiyor. Buradan Kobane bölgesine gitmek için Tel Abyad bölgesinden geçmek gerek ki bu bölge, vakti zamanında 'Kürtlerden arındırılmış' ve şimdi ÖSO güçlerinin denetiminde.

Suriye’deki iç savaşın derinleşmesi ve savaşa taraf olmayan Kürtlerin kendi yönetimlerini oluşturmaları, oluşturulmuş yönetimlerin zaman içinde kurumlaşması bölgeye ilişkin tüm politikaları iflas eden Türk devletini yeni arayışlara sürükledi.

Bunun için; Kürtlerin birlik olmamasi, bölgede istikrarsızlığın pekişmesi ve Kürt-Arap çatışmasının meydana gelmesi için çeşitli senaryolar hazırlandı. Zira plana göre; rejim, diğer muhalif güçler ve kendi aralarında çatışmaya giren Kürtler güçten düşecek, kendi yönetimlerini oluşturamayarak zayıflayacaktı.

Serêkaniyê’den başlamak Türk devleti için mantıklı bir tercihti. Çünkü şehir Haseki bölgesine 50 km uzaklıkta ve orada da Türk devletine bağlı çeteci gruplar var.

Eğer Serêkaniyê grupların elinde geçseydi;

1- Kürtlerin denetimindeki Cizir bölgesi ve Kobane-Afrin bölgelerinin ilişkisi tamamen kesilecek ve akabinde her iki bölgeye de benzer operasyonlar yapılacaktı. Hatırlanacağı üzere aynı tarihlerde Suruç’ta, Kobane bölgesine saldırı düzenlemek için hazırlıklar yapılmıştı.

2- Serêkaniyê’nin, Türk devletinin desteklediği çeteci grupların eline geçmesiyle, Haseki bölgesindeki gruplar ve Kızıltepe bölgesinden sızma yapacak gruplarla Dirbêsiyê ve Amûde kentleri ablukaya alınacaktı. Geride sadece Qamişlo ve Derik kalıyordu.

3- Son aşamada ise Nusaybin üzerinden, gerekirse Qamişlo’ya Cizre, Silopi ve içeride hazırlanan gruplarla beraber Derik bölgesine benzer operasyonlar yapılacaktı.

Bu kolay kolay gerçekleşebilecek bir senaryo değil. Ancak bazı Kürtler ve ÖSO içindeki kimi grupların bu maceraya hazır olması, Suriye stratejisi çökmüş ve başka çaresi kalmamış Türk devletini bu plana sürükledi. 'Tutarsa iyi olur' hesabıyla milyonlarca dolar masraf yapılarak bu operasyon başlatıldı.

Plan tutarsa, Bir 'Kürt-Arap Savaşı' olur, sınırlar fiilen ortadan kalkar ve Türk devleti istediği zaman Batı Kürdistan'a müdahale eder, var olan istikrar kaosa dönerek, yeni Suriye’deki Kürt statüsü ölümcül darbe alırdı.

İkincisi ise; Qamişlo ve Derik arasındaki Rimeylan petrol bölgesi Kürtlerin elinden alınırdı ki; bilindiği gibi buradaki petrol yatakları Kerkük’ten daha zengindir.

Bu planın gereği olarak Türk devletinin Urfa ve Ceylanpınar’a getirip konaklattığı gruplar, 8 Kasım’da Serêkaniyê'ye girdiler. Oradaki bir kaç rejim grubuyla çatışarak Arapların yoğun olduğu mahallelere yerleştiler.

Kürtler bir çatışmanın olmaması için sorunun müzakere yoluyla çözülmesi için girişimlerde bulundu. Hatta kimi Kürtlerin, "YPG Serêkaniyê'yi koruyamadı" eleştirisine rağmen Kürt yöneticiler, planın Türkiye’den hazırlandığını bildiklerinden dolayı çatışmadan yana olmadılar.

Kentte barışçıl bir havanın oluşması için en çok çabalayan da, Kürt Halk Meclisi Başkanı Abid Xelil’di...

Kendisi Arap toplumu tarafından da sevilen bir isimdi. 18 Kasım’da Kürtlerin, Arapların ve Asurilerin katılacağı bir miting düzenlemek için çalışıyordu. Aynı gün Türkiye’nin gönderdiği gruplarla görüşmeden dönerken, yanındaki iki arkadaşıyla birlikte suikasta uğradı ve yaşamını yitirdi.

Abit Xelil, Türkiye’nin hazırladığı plana ters bir çalışma yürütüyordu. Planlanan Kürt-Arap çatışmasının aksine Kürt ve Arapların kaynaşması için yoğun çalışıyordu. Ayrıca Kürtlerin Özerk Yönetiminin kentteki başkanıydı. Yani hedefin tam ucundaydı ve nitekim hedef vuruldu.

Abid Xelil’in katledilmesinden hemen sonra çatışmalar başladı ve bütün takviyelere rağmen YPG güçleri Türkiye’nin gönderdiği çeteci grupları kentten çıkardı.

Kürtlerin bu direnişi Türkiye'nin hazırladığı planı boşa düşürdüğü gibi, çok önemli siyasal sonuçları da ortaya çıkardı.

Bir; Türkiye’nin beklediği Kürt Arap çatışması çıkmadı. Aksine şehirdeki Arap toplumunun ileri gelenleri Ateşkes için arabulucu oldu ve YPG güçlerine adeta "Siz karışmayın, biz bu grupları çıkarırız" dediler. YPG bu öneriyi kabul ederek kentteki kanaat önderlerine önemli bir inisiyatif alanı açtı ve kendi pozisyonuna da bir meşruiyet kazandırdı.

İki; Serêkaniyê direnişi, Batı Kürdistan’da kurulan savunma güçlerinin ilk savaş deneyimi oldu ve sanıldığı üzere gelişi güzel gruplarla değil, arkasında Türkiye gibi bir devletinin olduğu güçleri geri püskürterek hafife alınamayacak bir güç olduğunu gösterdi.

Üçüncüsü ve en önemlisi; Türkiye devletinin veya başka güçlerin, Kürtlere rağmen Kürt bölgesinde at koşturamayacağını gösterdi ve tüm parçalardaki Kürt siyasetinin elini güçlendirdi.

Bu siyasal kazanımların, 2008 Zap direnişi kadar önemli olduğu önümüzdeki zamanda anlaşılacaktır.

29 Kasım 2012 Perşembe

Anadilde savunmaya hukuk felsefesi açısından bir bakış

Anadilde savunmaya hukuk felsefesi açısından bir bakış Av. Feyzi Çelik Güncellenme : 29.11.2012 08:31 Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun (CMK) kapsamı başlıklı 1. maddesinde, “Bu kanun, ceza muhakemesinin nasıl yapılacağı kurallar ile bu sürece katılan kişilerin hak, yetki ve yükümlülüklerini düzenler.” Ceza muhakemesine katılan kişilerden kast edilen bu süreçte yer alan hakim, savcı, şüpheli, sanık, mağdur, tanık ve benzer kişilerdir. Kanunda geçen hak, yetki ve yükümlülüğün ne anlama geldiği, hangi durumda hak, hangi durumda yetki, hangi durumda yükümlülük olduğunun bilinmesi gereklidir. Muhakeme sürecinin en önemli kişisi olan şüpheli ve sanığın savunma hakkını anadilinde yapmak istemesi “hak mı, yetki mi yoksa yükümlülük mü?” sorusuna cevap vermek gerekiyor. Hak, hukukça korunan ve bundan yararlanılması hak sahibinin iradesine bağlı olan çıkarları, yetki, bir görevi, bir işi yasaların verdiği imkânlara göre, belli şartlarla yürütmeyi sağlayan hakkı, yükümlülük, yapılması zorunlu olanı ifade eder. Örneğin şüpheli ve sanığın yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmaması (susma) hakkı, sanık veya şüpheli açısından bir hak iken, bu hakkın sanık veya şüpheliye hatırlatılması muhakemede yer alan kolluk, savcı veya hakimin yükümlülüğüdür. Siyasi karar Bu temel kavramların tanımından hareketle kişinin anadilinde savunma yapması o kişinin kullandığı bir hakkı ifade eder. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun hiçbir maddesinde sanık, şüpheli veya mağdurun Türkçe konuşması konusunda hüküm yoktur. Buna rağmen mahkemeler özellikle KCK davalarında şüpheli veya sanıkların sanki Türkçe savunma yapmak zorunluluğu varmış gibi kararlar vererek o kişileri savunma hakkından da yoksun bırakmaktadırlar. Bu anlayış hak olarak tanınan bir hususun yükümlülük olarak adlandırılıp kişilerin elinden alınması sonucunu doğuruyor. Türkçe dışında bir dilin kullanıldığını gördüğü anda mahkeme o kişiye tercüman atama yükümlülüğü altına girmektedir. Mahkeme tercüman ataması yapmayarak yükümlü olduğu bir hususu yerine getirmemekle hukuka aykırı davranmaktadır. Kürtçe savunma hakkı konusunda yaşanan en büyük ihlal bu şekilde yaşanmaktadır. Böylece yasaların hak olarak tanıdığı hak mahkemeler aracılığıyla kullanılamaz duruma getirilmektedir. CMK’nun 202. maddesinde: “sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa”  ibaresine dikkat etmek gerekiyor. Maddede “Türkçe biliyorsa, Türkçe konuşacak” diye bir ibare olmuş olsaydı yükümlülükten söz edilebilirdi. “...Türkçe bilmiyorsa” ibaresi sanığa bu konuda hak tanımakta iken hakim veya mahkemeden beklenen bu durumda ona tercüman atamaktır. Yasanın gerekçesi de bu yorumu haklı kılmaktadır. Bu madde ile amaçlanan sanığa savunma hakkı kapsamında aydınlatma hakkına katkı sunmaktır. Konuya haklar penceresinden bakıldığında sanığın kendisini Türkçe olarak savunma hakkı da bulunmaktadır. Hakkın kullanımı kişinin takdirinde olduğundan dolayı “bir kimse hakkını kullanmaya zorlanamaz” ilkesi de ihlal ediliyor. Bu açıdan bakıldığında yanlışlığın mahkemelerin yasa hükmünü yanlış yorumlaması veya uygulanmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle yasada ana dilde savunma yasağı varmış gibi değişiklik yoluna gidilmesine gerek yoktur. Değişiklik adı altında ana dilde savunma hakkının kapsamını daha da daraltılması gündeme gelebilir bu da kalıcı rahatsızlıkları beraberinde getirebilir. Ancak yeni yapılacak yasayla ifade ve hak arama özgürlüğü kapsamında savunma hakkını kısıtlayacak uygulamalar konusunda mahkemelere takdir hakkı vermeyecek şekilde düzenleme yapılabilir. Yasaya konulacak “savunma hakkını ortadan kaldıracak kararlar verilemez” denilerek savunma hakkının mutlaklığı vurgulanmalıdır. Türkçe konuşmayan kişilerin savunma hakkını kullanmış sayılması şeklinde yorumlara izin verilmeyecek düzenleme yapılması şarttır. Ancak bize göre bu uygulama tamamen mahkemelerin keyfi davranmasından ileri gelmektedir. Yargılamanın tıkanması anlamına gelen bu uygulama karşısında HSYK’nın yetkisini kullanmayışı da dikkate alındığında mahkemelerin hukuka uygun olmayan bu uygulamaların siyasi destekle buna cesaret ettiği söylenebilir. Hukuk felsefesine aykırı CMK’nun 202. maddesinde “...atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin noktalar tercüme edilir.” Hükmü incelendiğinde bu dosyalarda yargılanan sanıklar iddianamenin tercümesini de istememektedirler. Onları istedikleri ana dillerinde savunmalarını yapabilmektir. Bazı hukukçular sanıkların ana dilinde savunma yapmalarının hakları olduğunu, ancak Türkçe bilmeleri nedeniyle ana dillerinde savunmada ısrar etmelerinin hakkın kötüye kullanılması olarak yorumlanmaktadır. Kişi anadilde savunma hakkını kullanırken bu hakkın kaynağı “hiç kimse kanaat ve düşüncesini açıklamaya zorlanamaz” ilkesinden almaktadır. Bu ilke Anayasa’da da yer alan mutlak bir ilkedir. Anayasaya göre bu ilke konusunda genel veya özel sınırlama mümkün değildir. Anayasa ile dahi getirilemeyen bir yasağı hukukun genel ilkesidir diyerek yasaklama yoluna gidilmesinin yolu alçılıyor. Ceza uygulamasında sanık aleyhine geniş yorum yasağı vardır. Dar yorum yapılması ilke haline getirilerek zayıf durumda bulunan sanık haklarının korunması amaçlanmıştır. Hakkın kötüye kullanılmaması, tarafların eşit olduğu özel hukuk ilişkilerinde anlam ifade eder. Bir tarafı kamu otoritesi olan ve tek taraflı irade ile bireyin özgürlüğünü kısıtlama imkanı bulan yargılama makamları karşısında bireyin hakkını kullanımını hakkın kötüye kullanılması olarak sayılması özgürlükçü hukuk anlayışıyla da bağdaşmaz. Bu yorum otoriter bir hukuk anlayışına yol açar. Nitekim zorunlu avukatlığa tabi olduğu halde avukatların hakkını kötüye kullandığı gerekçesiyle Balyoz Davasında avukatlar olmadan yargılamaya devam edilerek hüküm verilmiştir. Avukatsız yargılamayı kural haline getiren bu yorumun daha da vahim sonuçlara neden olabileceğini görmek gerekiyor. CMK’nun 202. maddesindeki düzenleme bir amaç için getirilmiştir. Buradaki amaç, hakimin önüne gelen kişinin kendisini savunacak ortam ve imkanı vermesidir. Uygulama bunun tam tersi olarak işliyor. Hukuk Felsefesinin gereklerine de aykırı davranılıyor. Hele hele mahkemelerin “sanıkların kendilerini Türkçe daha iyi ifade edecekleri” gerekçesi de yersizdir. Çünkü mahkeme, ana dilde savunma hakkını tanımayarak sanıkların kendilerini hiç ifade etmemesine neden olmaktadır. Türkçe konuşmak onlara dayatılmakta; dayatma sanıkların kendilerini hiçbir şekilde savunmamakla sonuçlanmaktadır. Hukuk, kişilerden önce kendisi güvenilir olmak zorundadır. Anayasa ve Avrupa İnsan Haklar Sözleşmesi kişilere bu güvenirliği verdiği için kişiler bu hakkını bu şekilde kullanmaktadırlar. Bu hakkın kullanımını imkansız hale getiren hukuk kurumları bu uygulamalarıyla hukuk devleti ilkesinin en önemli görünümlerinden biri olan hukuk güvenliğini de tehdit etmektedirler. Hukuk, adaleti esas alarak toplumsal barışa varılmasını amaçlar. Kişilere boyun eğdirerek barış gelmez. Mahkemeler, kişilere Türkçe savunmayı dayatarak ülkedeki barış ortamını da tehlikeye sokmaktadırlar. Mahkemelerin ana dil konusundaki bu olumsuz tavırlar, yargılanan kişiler arasında eşitliği de ortadan kaldırır. Mahkemede Türkçe konuşan kişiler, ana dilinde savunma yapmak isteyenlere göre daha avantajlı bir duruma gelebilir. Bu da eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelir. Ceza yargılamasının temeli savunma üzerine kurulmuştur. Savunma ise tartışmayı zorunlu kılar. Savunma hakkının engellenmesi tartışmayı da ortadan kaldırdığına göre ceza hukukunun amacı olan maddi gerçeğe ulaşmak da imkansız hale gelmektedir. Bu da adaletsizliğe neden olmakta, yaşananlar hukuk tarihine kara bir leke olarak geçmektedir. Kanunların yorumlanmasında ilk etapta esas alınan ve kanunun bir parçası sayılan CMK’nun 202. maddesinin gerekçesinde de tercüman tayin etmenin savunma hakkının pekiştirilmesi olarak vurgulanarak Türkçe dışında başka bir dille savunmanın bir hak olduğu ortaya çıkıyor, konuyu hukuk güvenliği, ifade özgürlüğü, hukuk güvenliği, toplumsal barış, eşitlik ve adalet ilkeleri doğrultusundaki yaklaşıldığında asıl ihlalin nereden geldiğini bilmek gerekiy

25 Kasım 2012 Pazar

PKK PROGRAMI

PKK PROGRAMI   A- Demokratik-Ekolojik-Cinsiyet Özgürlükçü Toplum Toplumsallık insan türünün var olma biçimidir. İnsan türünün hayvansı atalarından kopup insanlaşması ile toplumsallaşma düzeyi at başı gider. Toplumsal yaşam dışında yalnız birey yaşamı yoktur. Toplumsal değişim ve gelişmede de, evrensel sistemin dili olan diyalektik ikilemlerin sürekli zenginleşerek veya yoksunlaşarak akışı işler. Mutlak veya durağan bir toplumsal gerçeklik olmadığı gibi, toplum yaşamının düz bir çizgide zorunlu olarak sürekli ilerlediği görüşü de doğru değildir. Bu zorunluluk ilkesi kaderci anlayışın bir devamı niteliğindedir. Evrenin ve dolayısıyla toplumun genel işleyiş ilkesi olarak tez, antitez ve sentez üçlüsünü esas almak, süreçleri daha fazla açıklayıcı kılar. Evrendeki tüm oluşumlar ikili niteliktedir ve bu çelişkili yapıyla hareketi mümkün hale getirir. Ancak zıtlar birbirini yok etmez, tersine besler. Bu diyalektik kuralda olan, tez ve antitezin sentezde varlıklarını daha zengin bir oluşum içinde sürdürmesidir. Bu da sonraki bir gelişmenin bir önceki gelişmeyi de içerdiği anlamına gelir. Yani toplumsal biçimler yok olmazlar, sonraki gelişmeler içinde kendilerini değiştirerek yaşarlar. Toplumsal gelişme diyalektiğinde düz bir çizgi değil, niteliksel değişimleri mümkün kılan kaos aralıkları vardır. Kaostan nasıl bir toplumsal gelişmenin çıkacağını ise, ondan etkilenen güçlerin ideolojik, politik ve ahlaki duruşları ile mücadele tarz ve düzeyleri belirler. İnsan toplumunun gelişme yasaları doğal bilimlerdeki kadar katı değildir ve esneklik içerir. Bu esneklik özgürlüğü, özgürlük ise çeşitliliği doğurur. Yani doğa ve toplumun işleyişi kuantumiktir. Dolayısıyla insan toplumu kendi yasallığını sıkça ve zengin sistemler biçiminde oluşturabilir. İnsan toplumunun zaman bölünmesi, temel zihniyet biçimleri, kültürel ayrımlar, sınıf ölçüleri gibi hususlar esas alınarak farklı biçimlerde yapılabilir. Ancak tarihsel gelişmede belirleyici rolü üretim araç ve ilişkilerine vermek, zihniyet savaşımına, etnisite ve dinsel grupların mücadelesine gerekli ağırlığı vermemek, diyalektik yöntemin dogmatik yorumu olmaktadır. Üst toplumun yüceltilmesine dayanan idealizmi aşalım derken, çok dar sınıf ve ekonomik yapı çözümü ile kaba materyalizme düşülmüştür. İnsan varlığının başlangıç tezi olarak doğal toplumu değerlendirmek gerçekçidir. Sonrasının ona karşıtlık temelinde gelişen hiyerarşik devletçi toplumu ise, doğal toplumu sürekli bastırma ve geriletme konumu gereği antitez karakterindedir. Doğal toplum, insan yerleşiminin tüm alanlarında geçerli olan, başat olarak etkinliğini neolitik dönemin sonlarına (MÖ. 4000) kadar sürdüren bir toplumsal sistemdir. Bastırılmış olarak da günümüze kadar tüm toplumsal gözeneklerde varlığını sürdürmektedir. Doğal toplumla hiyerarşik devletçi toplumun diyalektik iç içeliği ve mücadelesi, son altı bin yılda insan toplumundaki değişim ve gelişmeleri ortaya çıkarmıştır. Doğal toplum, insanlığın ana kök hücresidir. Bütün toplumsal gelişme ve kurumlaşmalar ondan doğar. Doğal toplum değerleriyle hiyerarşik devletçi toplum, sürekli çelişki halindedir. Bu çelişkiden doğan mücadele, toplumsal tarihi ilerleten en önemli güçtür. Şimdiye kadar tanımlandığı gibi toplumun ilerletici motoru yalnız dar sınıf mücadelesi değildir, sınıf mücadelesi sadece tarihsel dinamiklerden biridir. Başat rol oynayan ise komünal toplumsal değerlerin direnmesidir; dağ, çöl ve orman kuytuluklarında direnen etnisite hareketleridir. Bizim için esas olan, sınıflı ve cinsiyetçi toplumsal gelişmede zıt kutbu yaşayanların tarihidir. Doğal toplumdan başlayıp, hiyerarşiye ve siyasal iktidara karşı duran etnisite, sınıf ve cinsiyet mahkûmlarının her türlü düşünce ve eylemidir. Teorik yaklaşımımızın özü, bu temelde bir tür sentezi ifade eden ve esas olarak devlet iktidarı dışında oluşan demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplumdur. Bu da doğayla sürdürülebilir diyalektik ilişkiyi kurmuş, kendi içinde tahakküme dayanmayan, ortak yanları doğrudan demokrasiyle belirleyen ahlaki bir sistemdir. Komünal yaşam, toplumun var oluş tarzıdır. Dolayısıyla toplumu yaşatıp yüceltenin hiyerarşi ve iktidar olduğu söylemi bir yalandan ibarettir. Komünal yaşamın özü ise en yoğunluklu olarak etnisitede, klan, kabile, aşiret ve halkta ifadesini bulur. Doğal komünal toplumun ilk biçimlenişi olan klan, kadın-ana etrafında oluşan bir topluluktur. Avcılık ve toplayıcılık temelinde doğada hazır bulunanla yaşanılır. Klan içinde ayrıcalıklı bir yaşam olmadığı gibi, klan dışında yaşam da düşünülemez. Klan imtiyazsız, sınıfsız, hiyerarşisi olmayan, sömürü tanımayan bir toplum biçimidir. Demek ki, insan türünün toplum olarak gelişimi uzun süre hâkimiyet ilişkilerine değil, dayanışma ilkesine dayanır. Doğayı bağrında büyüdüğü bir ana olarak hafızasına yerleştirir. Kendi arasında ve doğayla bütünlük esastır. Klan bilincinin sembolü totemdir. Toplumun bu ilk kutsaması din inancının da kaynağıdır. Böylelikle ilk toplumsal bilinç formu olan din gelişir. Din doğal toplumun teorisi, ahlak ise pratiğidir. Bu iki kurum doğal toplumu yönetmek için yeterlidir. Doğal toplumda olup biteni yaşam pratiği gereği en iyi bilen kadındır. Kadın bu toplum tarzının bilgesidir. Yaşamdaki rolü gereği erkek klan toplumunda siliktir. Klan içinde özel yaşam yoktur. Toplayıcılık ve avcılıkla elde edilenler tüm klan üyelerinindir. Çocuklar tüm klanındır. Ne erkek ne de kadın özelleşmemiştir. Eşitlik ve özgürlük doğal haliyle klan yaşam tarzında gizlidir. Toplumun komünal karakteri bu özelliklerden gelmektedir. Bu temelde klan formu, toplumun doğuşu, ilk hafızası, temel bilinç ve inanç kavramlarının gelişme zeminidir. M.Ö. 11.000 yıllarında Dicle-Fırat havzasının Zagros-Toros dağ silsilesiyle kesiştiği kıvrımlarda gelişmeye başlayan neolitik tarım ve köy devrimi, doğal komünal toplumun gelişiminde dev bir hamleye yol açar. Neolitik devrim, aynı zamanda insanlığın yaşadığı ilk büyük zihniyet devrimidir de. İnsanlığın uygarlığa geçiş yapabilmesi için gereken bütün teknik aygıtlar ve buluşlar neolitik aşamada oluşur. Tekerlek, dokuma, çift sürme aletleri, hayvanların evcilleştirilmesi, büyük köyler, belirginleşen diller ve etnik yapılar, kahramanlık destanları hep bu dönemin ürünleridir. Bunları yaratan kadın-ananın üretkenliğinin kutsanması olan tanrıça dini, aslında büyük bir zihniyet yücelmesidir. İnsanlık üretimde, sosyal ve kültürel yaşamda yüzlerce ilki ortaya çıkarır. Bu nedenle neolitik devrimin geliştiği bu alana tarihte Altın Hilal adı verilir. Binlerce yıl süren bu dev kültürel gelişmenin aşağı Dicle-Fırat ve Nil havzalarına yayılması ile Sümer ve Mısır uygarlıkları gelişir ve zincirleme uygarlıklar çağı başlar. Neolitik devrimin üretim ve düşüncede yol açtığı büyük gelişmeler toplumsal yaşamda yeni düzeyleri ortaya çıkarır. Gelişen etnisite hareketi, toplumsal örgütlenme olarak hiyerarşik yapıları gündeme getirir. Kadın-ana sisteminden dışlanan erkekler ve yaşlılarla anaerkil sistem arasında başlangıçta zayıf olan çelişki giderek gelişir. Avcılığın gelişmesi ve topluluğun dışa karşı savunulması askeri mahiyette olduğundan erkeğin gücünü öne çıkarır. Özellikle Şamanizm ile erkek karşı bir ev sistemi geliştirerek, erkek egemen ideolojiyi oluşturmaya yönelir. Böylece ana-kadın kültü karşısında farklı bir kültürün gelişmesi söz konusu olur. Sınıflı toplumdan önceki bu otorite ve hiyerarşi gelişimi, tarihin en önemli dönüm noktalarından birini teşkil eder. Bu, ataerkil otoritenin gelişmeye başlamasıdır. Oluşan hiyerarşik yapılanma başlangıçta fazla olumsuz bir rol oynamaz. Doğal toplumdaki yararlı hiyerarşide demokrasinin prototipini görmek mümkündür. Birikime ve mülkiyete dayanmayan, topluluğun ortak güvenliğini ve yönetimini sağlayan ana-kadın ve yaşlı tecrübeli erkek son derece gerekli ve yararlı öğelerdir. Topluluğun bu öğelere gönüllü saygısı yüksektir. Fakat bu durum istismar edilip, gönüllü bağlılık otoriteye, yararlılık ise çıkara dönüştürülünce, toplum üzerinde gereksiz olan zor aygıtı ortaya çıkar. Zor aygıtının kendini ortak güvenlik ve kolektif üretim yöntemleriyle gizlemesi, tüm sömürücü ve baskıcı sistemlerin özünü teşkil eder. Tarihte icat edilen en uğursuz oluşum budur. Bu öylesine bir icattır ki, daha sonra geliştirilecek tüm kölelik biçimlerini, korkutucu mitolojik ve dinsel formları, sistemli imha ve talanları, yakıp yok etmeleri beraberinde getirir. Bu durumun ileri bir toplumun doğuşunda ebelik olarak değerlendirilmesi, devlet-devrim ve demokrasi anlayışı ile örgüt-eylem pratiğini kökünden sakatlayan en temel hatalı bir yaklaşım olmuştur. Kutsalın yönetimi demek olan hiyerarşi, bilge yaşlının otorite kazanması ile başlar ve rahip-şef-bilge ittifakıyla sistem haline gelir. Hiyerarşi geliştikçe kadın-ana etrafındaki güç giderek dağılır. Ataerkil hiyerarşinin gelişimi, toplumsal tarihte ilk güçlü otoritenin kadın üzerinde kurulmasına yol açar. Benzer biçimde gençlik de ataerkil hiyerarşi tarafından bağımlılaştırılmaya çalışılır. Kadın, gençlik ve çocuklar üzerindeki otorite ve egemenlik ile doğanın